İngiltere’de artık yeni bir başbakan var.
İktidardaki Muhafazakar Parti’nin yeni lideri Liz Truss’ın İngiltere Kraliçesi 2. Elizabeth’den yetkiyi aldıktan sonra Başbakanlık Konutu önünde yaptığı konuşmadan ve ertesi gün ilk kez Parlamento’da Başbakan olarak sorulara cevap verirken sergilediği performanstan sonra gerek BBC’deki Politics Live tartışma programında, gerekse de televizyon kanallarında “Peki şimdi ne değişti? sorusu sık sık gündeme geldi.
Liz Truss’ın ve yeni hükümetin gündeminde, hızla yaklaşmakta olan ekonomik ve sosyal sorunlara ilişkin, görevinden istifa ederek ayrılmak zorunda bırakılan önceki başbakandan ve hükümetinden farklı olarak ne gibi önlemler olacak?
Oldukça karmaşık
Bu sorulara kesin, berrak cevaplar vermek kolay değil.
Çünkü Truss’un durumu, kişisel karaktere ilişkin özellikleri bir yana, pratik ve ideolojik olarak oldukça karmaşık.
Kişisel özellikler bağlamında, iki nokta hemen dikkat çekiyor: Birincisi, Truss’ın, solcu bir anne babanın kızı olarak başlayan yaşam çizgisinin oku, hep sağa doğru ilerlemiş.
Önce nükleer silahlara karşı kampanya, sonra üniversitede felsefe ve politika okurken Liberal Demokrat Parti’ye yakınlaşma, ardından Muhafazakar Parti’ye katılma.
Muhafazakar Parti’ye katıldıktan sonra Truss’ın sağa doğru gidiş hızlanmış.
Truss bugün Muhafazakâr Parti’nin en sağ ve gerici kesimini temsil ediyor.
İkincisi, başından bu yana yaşamını izlemiş olanlar, onun önce bürokrat sonra da siyasetçi olarak, sıra dışı düzeyde hırslı, çok zeki, gevezelikten hoşlanmayan, çalışkan, verimli, dikkatli bir insan olduğunda, birlikte çalıştıklarına karşı genel olarak mesafeli durduğunda, mizah anlayışının çok güçlü olmadığında anlaşıyorlar.
Tüm bunlar Truss’ın, selefi Boris Johnson’dan çok farklı biri oluğunu gösteriyor.
Ancak, lise yaşamını geçirdiği okul için “hiçbir şey öğretmediler” (ırkçılıkla mücadele ve sol görüşlerle kafamızı doldurdular anlamında) demesine karşın, Oxford Üniversitesi’ne girmeyi başarmış olması, onun da gerektiğinde “gerçek” konusunda ekonomik davranabileceğini düşündürüyor.
Bu iki özelliği bir araya koyunca da karşımıza yükselmek için kolaylıkla görüş değiştirmeye hazır bir siyasetçi modeli çıkıyor.
Örneğin Truss başlangıçta Brexit’e şiddetle karşıydı, Brexit’ten sonra koyu bir Brexit savunucusu oldu ve partinin aşırı sağ Brexit kanadı da onu başbakanlık yarışında destekledi.
Dikkatimizi kişilikten siyasete ve ideolojiye kaydırmaya başladığımızda Truss ile Johnson arasındaki farkların, içerikten çok biçime ilişkin olduğunu görmeye başlıyoruz.
Örneğin Truss’ın Başbakanlık Konutu önünde yaptığı, belki de bugüne kadarki yaşamının en önemli konuşması, Boris Johnson’un geçmişte aynı noktada yaptığı ve uzadıkça uzayan, anekdotlarla, tarihi referanslarla, ben merkezci şakalarla dolu ve karma karışık konuşmalardan çok farklıydı: Yalnızca dört dakika sürüdü; çok yalın ancak gündemdeki krize ilişkin sunması beklenen içerik açısından neredeyse bomboştu.
Truss konuşmasında en büyük önemi acilen, vergi indirimi ve reform, enerji krizi ve enerji fiyatları, sağlık hizmetleri konularına verdiğini söyledi ama bu kendini içeriğe hiç değinmeyen, birkaç satırla sınırlayan bir önemdi.
Bu üç “en önemli” konuyu, Truss’ın başkanlık yarışı sırasındaki konuşmalarının ve ertesi gün Başbakan’a soru saati bölümündeki performansının ışığında değerlendirirsek karşımıza şöyle bir resim çıkabilir:
Vergi indirimi ve reform
Bu, yatırımı ve üretimi teşvik edeceği inancıyla, şirketlerin vergi yükünün daha da hafiflemesi anlamına geliyor.
Halbuki iş çevrelerinin de birçok kez dile getirdiği gibi, yatırımı vergi yükünden çok kar beklentisi teşvik ediyor.
Henüz yeni hükümet programı açıklanmadı ama Truss’un politikalarını şekillendiren, enerji sektörüne yakınlığı ile bilinen, Institute of Economic Affaires, The Adam Smith Institute, Center for Policy Studies gibi aşırı sağcı düşünce kuruluşlarının gündemine bakınca “reform” kavramının bu karlılık kaygısıyla ilgili olduğunu düşünebiliriz:
Bu reform sanırım, şirket etkinliklerinin daha da serbestleştirilmesi, enerji ve inşaat sektöründe çevre koruma ve önlemlerinin hafifletilmesi, buna karşılık sendikal hakların, grev hakkının kullanımının zorlaştırılması, çalışma saatleri üzerindeki kısıtlamaların azaltılması anlamına geliyor.
Başbakanın soru saati bölümünde muhalefet partilerinin “hem enerji krizinin yükünü hafifletmek için harcanacak 100 milyar sterlin gibi bir büyüklükten söz ediyorsunuz, hem vergi indirmekten, büyük şirketlerin süper karlarına vergi koymak da istemiyorsunuz, o zaman bu politikaların mali yükünü kim üstlenecek” sorusuna Truss’un verdiği kaçamak cevaplardan, hükümetin uzun dönemli borçlanmaya dayanmayı planladığı anlaşılıyor.
Bu da ister istemez, uzun dönemde, bu vergi indirimlerinin yükünün çalışanların sırtına yıkılacağı anlamına geliyor.
Belli ki Truss, Financial Times gazetesi yazarlarının defalarca vurguladığı “ideolojik saplantılardan vazgeçmek, pragmatik olmak gerekir” gibisinden tavsiyelere kulaklarını kapamış.
Enerji krizi ve enerji fiyatları
Bu alanda Truss hükümetinin, enerji bağımsızlığı bahanesiyle yeni sondaj ve kaya gazı üretim izinlerini genişletmeye, nükleer enerjiyi teşvik etmeye, enerji sektörünü vergi indirimi ve serbestleşmeyle desteklemeye, dahası yenilenebilir enerji üretimine maliyet eşitliği sağlamak için ek vergi getirmeye niyetli olduğu anlaşılıyor.
Küresel ısınma ve iklim krizi konularında şüpheci görüşleriyle bilinen Jacop Rees-Mogg’un iş çevreleri ve enerji bakanlığına getirilmiş olması da bu izlenimi destekliyor.
Sağlık sektörü, Truss’ın konuşmalarındaki en kısa, içerişi en boş önermeydi. Sorunları çözmeye kararlıyız vaadinden başka bir açıklama henüz ortada yok.
Yeni hükümet krizlere hazır mı?
Başbakanın soru saatinde, Başbakan Truss ve muhalefet lideri Keir Starmer arasındaki tartışma, adeta önceden planlanmış gibiydi.
Truss, enerji fiyatların donduracağını, vergi indireceğini, böylece yatırımları teşvik edeceğini açıklayacaktı.
Starmer da bunların kaynağının nereden bulunacağını soracaktı. Bu anlamda tartışma dengeli, açık ve sakin biçimde geçti.
Truss’ın “İşçi Partisi hep vergi alıp harcama yapmak ister zaten” eleştirisi nasılsa Starmer’nın elinden kaçtı çünkü Truss, adeta “efsanevi para ağacını” bulmuş gibi, vergi almadan harcama yapma istiyordu.
Bu ilk karşılaşma bir örnek olacaksa, Parlamento’daki atmosferin de Johnson dönemindekinden farklı olacağını, iki liderin gelecekteki karşılaşmalarının da sakin, anlaşılır ve mantıklı argümanlarla geçebileceğini düşünebiliriz.
Ancak bu beklentiye yatırım yapmak için acele etmemekte yarar var.
Birincisi, enerji krizi, hayat pahalılığı krizi, iklim krizi, Kuzey İrlanda Protokolu-Brexit, İskoçya’nın bir kez daha bağımsızlık oylamasına gitme niyeti gibi yaşamsal sorunların önümüzdeki aylarda giderek daha da ağırlaşmasını, iktidar ve muhalefet arasındaki ideolojik uçurumun giderek daha da büyümesini beklemek gerekiyor.
İki liderin gelecekteki karşılaşmalarının da sakin, anlaşılır ve mantıklı argümanlarla geçebileceğine yönelik bir beklentiye yatırım yapmakta acele etmemek için bir neden daha var.
Bu da Truss hükümetinin bileşimine ilişkin.
İngiltere tarihinde bir hükümette ilk kez en yüksek üç makamın; İçişleri, Dışişleri ve Maliye bakanlıklarının üç beyaz adamın elinde toplanmış olmaması olumlu bir gelişme.
Ama olumluluk burada bitiyor.
Maliye Bakanı Kwasi Kwarteng, Dışişleri Bakanı James Cleverly ve İçişleri Bakanı Suella Bravermen etnik azınlıklardan geliyorlar.
Ancak bunlar, son yıllarda Afrikalı ve Asyalı etnik azınlıkların Muhafazakar Parti içinde öne çıkmaya başlayan, çok zengin, aşırı sağcı-gerici kesiminin örneklerini oluşturuyorlar.
Dahası kimi yorumculara göre Truss hükümeti, İkinci Dünya Savaşı sonrası hükümetlerin en sağcı örneğini oluşturuyor.
Bu noktada da Truss’ın karşısına bir sorun daha çıkıyor. Truss liderlik seçimini Muhafazakar Parti’nin yaş ortalaması 55-60 arasında üyelerinin (tam sayı ve üyelerin kimlikleri gizli tutuluyor) desteğini alarak kazandı. Bu, tüm ülkeyi yönetecek olan başbakanın, 81 bin 326 oyla seçildiği anlamına geliyor.
Truss, hükümetini bu durumun sorunlarını düşünerek değil de kendine sağdık olduğuna inandığı, hepsi aynı görüşte kadrolardan oluşturdu.
Bu yüzden şimdi Truss ekonomik krizle mücadele ederken, muhalefetin güçlenmesini önlemeye çalışırken, bir de ideoloji ve sadakatler temelinde bölünmüş bir siyasi partiyi yönetmeye çalışacak.
Çeşitli yorumcuların bu saptamalarında eğer bir doğruluk payı varsa ekonomik kriz ve hayat pahalılığı krizleri derinleştikçe, sendikal hareketin, çevreci hareketin, iklim krizi hareketlerin tepkileri sertleştikçe, Truss’ın da pragmatik adımlar atması bu aşırı sağcı hükümetin etkisiyle giderek zorlaşabilir, ideolojik tercihlerle hareket etmek zorunda kalabilir.
O durumda, Parlamento’daki iktidar muhalefet dinamiğinin giderek sertleşmesi beklenebilir.
İngiltere çok zor bir kışa giriyor. Ekonomik ve toplumsal çelişkiler giderek daha da derinleşecek ve sertleşecek.
Siyasi yelpazenin sağından solundan birçok yorumcu, Truss’un bu durumu yönetecek plan, program ve deneyimde birleşmiş bir siyasi partiden yoksun olduğuna inanıyor.
Tüm bunları bir araya koyunca, Johnson’un geri gelme planları yapmakta olduğunu da hesaba katınca, bir erken seçim olasılığının yeniden gündeme gelebileceğini de düşünmek gerekebilir.
KAYNAK: BBC TÜRKÇE – ERGİN YILDIZOĞLU
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***