Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

Temelli: Ulus devlet çözümsüzlüğüne karşı konfederal akıma ihtiyaç var


DİYARBAKIR – Üçüncü Dünya Savaşı’nın dünyanın her yerinde patlak verdiğini söyleyen HDP Milletvekili Sezai Temelli, “Artık bir ulus devlet koduyla sıkışıp kalmış çözümsüzlüğe karşı konfederal bir akıma ihtiyaç var” dedi. 

 

Egemen güçlerin Üçüncü Dünya Savaşı, bir tarafta NATO ve Rusya’yı Ukrayna savaşına sürükledi, diğer tarafta Tayvan’da Çin ve ABD gibi güçleri karşı karşıya getirdi. Ortadoğu’ya göz diken egemen güçler, var olan savaşları derinleştirdi. Kapitalist ve ulus devlet modelinin çöküş yaşadığı Ortadoğu’da, PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın halkların ortak yaşamını savunduğu, üçüncü bir seçenek olarak sunduğu Demokratik Modernite modeli, Rojava’da yaşam buldu. Başta Türkiye olmak üzere İran, Irak gibi devletler ise bölgede pay kapma savaşında. Yeni Osmanlı hayaliyle Federe Kürdistan Bölgesi’nde savaşı derinleştiren Türkiye, Kuzey ve Doğu Suriye’ye yönelik savaş arayışıyla Misak-ı Milli ve yüzüncü yılını dolduracak olan Lozan’ın güncelleme arayışında.

 

Üçüncü Dünya Savaşı’nın dünyanın her yerinde patlak verdiğini ifade eden Halkların Demokratik Partisi (HDP) Van Milletvekili Sezai Temelli, dünya kapitalizminin, Birinci ve İkinci Dünya Savaşı öncesinde de benzer krizler yaşadığını söyledi. Üçüncü Dünya Savaşı’nın Ortadoğu merkezli olduğunu belirten Temelli, bu savaşın en büyük maliyetinin ise Kürt halkı üzerinde yoğunlaştığının altını çizdi. 

 

Üçüncü Dünya Savaşı’nın etkilerini, Türkiye’nin Kürt düşmanlığı üzerinden senaryolarını değerlendiren Sezai Temelli, sorularımıza verdiği yanıtlarla sorunların çözüm yolunu da gösterdi. 

 

 

Üçüncü Dünya Savaşı’nın merkezi olan Ortadoğu’da baş döndüren gelişmeler yaşanıyor. Tüm bu gelişmelerin merkezinde ise Kürtler var. Kürt düşmanlığı neden üretiliyor? 

 

 

Üçüncü Dünya Savaşı’nın dünyanın her yerinde patlak verdiğini izliyoruz. Bunların en yoğun yaşandığı coğrafya kuşkusuz Ortadoğu ve Ortadoğu’daki bu savaşında en büyük maliyeti tabi ki Kürt halkı üzerinde yoğunlaşıyor.

 

Kürt düşmanlığının birkaç boyutu var. Türkiye’nin tarihten beri gelen bir Misak-ı Milli anlayışı, “Kızıl Elma” anlayışıyla biçimlendirdiği Kürt düşmanlığı var. İkincisi, günümüzde yeniden üretilen ve bir şekliyle bir daha dizayn edilen Kürt düşmanlığı var. Hem tarihsel hem günümüz boyutuyla baktığımızda, tabi ki bütün meselenin Ortadoğu’da geçmesi ve bu Ortadoğu’nun merkezinde de Kürdistan’ın olması en belirleyici faktör. Günümüzde Kürt düşmanlığı neden üretiliyor; Türkiye açısından baktığımızda, her şeyden önce hem sermayenin hem devlet aklının yayılmacı politikaları Kürdistan’ı hedef haline getirdiği için bu düşmanlık yeniden üretiliyor. Türkiye dışındaki boyuttan baktığımızda, Kürdistan dediğimiz coğrafya hem enerji kaynakları üzerinde hem de baktığınızda finansal genişlemeden tutun askeri, sınai konsepte kadar bütün kapitalizmin kendisini yeniden üretebileceği ‘en verimli’ topraklar. Böyle bir küresel kriz ortamında krizin en yoğun yaşandığı, en yoğun hissedildiği coğrafyadan bahsediyoruz. 

 

Dünya kapitalizmi, Birinci ve İkinci Dünya Savaşından önce yaşanan krize benzer durumda. Birinci ve İkinci Dünya Savaşı gibi bir dünya savaşı izlemiyoruz belki ama dünyanın her yerinde savaş var. En son Tayvan’da ortam gerildi. Belki de Çin ve ABD, Tayvan’da karşı karşıya gelecek. Tıpkı Ukrayna’da NATO ile Rusya’nın karşı karşıya gelmesi gibi. Dolayısıyla bir yanıyla vekalet ya da başkalaşmış bir Üçüncü Dünya Savaşı’nın dünyanın her yerinde patlak verdiğini izliyoruz. Bunların en yoğun yaşandığı coğrafya kuşkusuz Ortadoğu ve Ortadoğu’daki bu savaşında en büyük maliyeti tabi ki Kürt halkı üzerinde yoğunlaşıyor. Burada ayırt edici faktör, Türkiye’de devletin ve bugünkü iktidarın Kürt düşmanlığı üzerinden kendi gelecek senaryolarını yazmış olmaları. Bu da bu krizi çok daha derinleştiren bir etki, bir faktör.

 

AKP’li Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, ABD ile Rusya arasında kapı kapı dolaşarak, Kürtlere saldırmak için onay istiyor. Federe Kürdistan Bölgesi’ne yönelik savaşı sürdüren Erdoğan, Rojava’ya saldırıların zeminini hazırlıyor. Ne amaçlanıyor?

 

Türkiye’nin son 10 yılı aşkın süredir kendince planladığı bir genişleme politikası, yayılmacı politikası var. Bu politikalar geçmişin Misak-ı Milli’sini yeniden hayata geçirme, Suriye savaşı ile beraber bunu güncelleme diye niteleyebileceğimiz bir durum. Henüz kutupsuz dünyanın yeniden kutuplaşmaya başlamadığı bir dönemde biçimleşmiş bu senaryo. Dünyanın yeniden biçimleştiği bir süreçte, Erdoğan’ı bu anlamda boşluğa düşürmüştür diyebiliriz. Erdoğan, Türkiye Cumhuriyeti özerkliğini koruyarak her iki kutbun ortasında kendi senaryosunu ortaya koymak için adımlar atma peşinde. Bir gün bir bakıyorsunuz NATO’ya yaslanıyor, bir gün ABD’ye, bir gün bakıyorsunuz Putin’e, Rusya’ya yaslanıyor. Dolayısıyla Türkiye’deki güncel siyasetin içerisinde de tartışmalar var. Ergenekoncular, Asyacılar yok, NATO’cular, batıcılar tartışmasının da temelinde yatan bu. Geçmişte iki kutuplu dünya, soğuk savaş döneminde Türkiye NATO konsepti içinde belirgin bir pozisyon alıyordu. Bu kutupsuz geçen dönem boyunca Türkiye bir özerk havza yaratma peşinde bir hayale kapıldı. Bunu yaratırken de doğal olarak hem Suriye hem Irak’taki Kürdistan bölgeleri üzerinde nüfusunu artırmak istedi. 

 

Bugün bunu sürdürmek istiyor, fakat dünyanın gelmiş olduğu son aşamada ciddi bir kutuplaşmanın yeniden yaşandığını görüyoruz. Erdoğan iktidarı, bugünkü devlet aklı kendi stratejilerini sürdürebilmek adına, aslında bir ‘arabuluculuk’ rolüyle bu senaryoyu devam etme peşinde. Dolayısıyla tahıl koridorunu açma meselesinde, Ukrayna savaşında arabulucu olma meselesinde, mülteci konusunda takındığı tavır yada enerji konusunda almış olduğu pozisyonla sağlamaya çalıştığı şey, Ortadoğu’da kendi stratejilerine uygun bir inisiyatif alma üstünlüğünü ele geçirmektir. Hem uluslararası koalisyonu hem ABD hem Rusya’ya dayatmak istediği politika budur. Neden bunu istiyoruz, tarihsel belleğe dönüp bakarsak, Misak-ı Milli dediğimiz o havzayı tam da birinci cumhuriyetin kuruluş çerçeveleri neticesinde yine kurmaya çalışıyor. Onun referansını Lozan’da, Türklük Sözleşmesi’nde görürsünüz. Yıllardır sürdürülen o “Kızıl Elma” hayallerinde görmek mümkün.

 

Lozan hatırlatmasında bulundunuz. Erdoğan’ın Lozan Antlaşması’nın 100’üncü yılına Yeni Osmanlıcılık hayalleriyle hazırlandığı sıkça dile getiriliyor. Daha önce bunun da “Dönüp dolaşacağı yer Rojava” tespitinde bulundunuz. Lozan’dan bayram çıkar mı? 

 

Lozan’dan bayram çıkmaz. Olsa olsa bu büyük çöküşü hızlandıracak senaryo çıkar. Lozan’dan neden bayram çıkmaz? Çünkü dönüp yüzyıla baktığımızda, bu yüzyılda Türkiye bu akılla aslında temel yapısal sorunlardan hiçbirine çözüm üretememiş. Toplumsal barışı, siyasi barışı, iktisadi barışı sağlayamamış. Sürekli kaotik bir kriz ortamında yaşayan bir ülke olmanın ötesine geçememiş. Zaman zaman nefes aldığı dönemler olmuş ama bunlar çok kısa sürmüş ve peşinden çok daha büyük krizlere sürüklendiğini bu yüzyıl boyunca gördük, okuduk ve biliyoruz. Peki, bunu değiştirmek mümkün mü? Evet, mümkün. Ama Lozan’daki o akılla ve o Cumhuriyetin kurucu aklıyla, ittihatçı akılla yola devam etmek istemek, bu çöküş içinde, bu süreç içinde debelenmekten başka bir anlam ifade etmez. Bizim Cumhuriyetin önümüzdeki sürecini yeniden tartışmamız, yeniden değerlendirmemiz lazım. O yüzden biz buna Demokratik Cumhuriyet arayışı diyoruz. Nasıl bir demokratik Cumhuriyet hayata geçirebiliriz? 

 

Her şeyden önce bu irrasyonel akıldan kurtulmamız gerekiyor. Yeniden akılcı, sağlıklı, toplumsal barışı, siyasi barışı, Ortadoğu barışını önüne hedef olarak koyan Cumhuriyeti demokratikleştirmeyi önüne hedef olarak koyan bir stratejiye, bir siyasi üretime ihtiyacımız var. Bununda yolu Lozan’ı toplumsallaştırmaktan geçiyor. Bunun yolu Cumhuriyeti demokratikleştirmeden, Kürt barışında, Kürtlerle birlikte ortak bir Misak-ı Milli anlayışından geçiyor ki, bu Türklük Sözleşmesi yerine Türklük-Kürtlük Sözleşmesi anlamına gelmemeli. Bütün Ortadoğu halklarının eşit yurttaşlık temelinde kendini var edebileceği bir Demokratik Cumhuriyet anlayışıyla harekete geçilmeli. Ama burada belirleyen husus Kürt halkıdır, Kürtlerdir, Kürtlerin siyaseten altını çizmiş oldukları statü meselesinin çözüme kavuşmasıdır. Bu başarılabilir mi? Kuşkusuz başarılabilir. Bunu başarmak isteyenlerle, bunu reddedip hala Lozan’dan bugüne aynı akılla yola devam etmek isteyenler var. Bugün bence en temel ayrışma budur.

 

PKK Lideri Abdullah Öcalan, Lozan’da Kürt-Türk kardeşliğinin kaybedildiğini belirterek, sorunların çözümü için “Toplumsal Lozan” vurgusunda bulunmuştu. Kaybedilen Kürt-Türk kardeşliği nasıl sağlanır, “Toplumsal Lozan” nasıl inşa edilir? 

 

 

 Bu dönemi hem Kürtler hem Türkler hem de bölge halkları açısından fırsata çevirmek mümkün. Sayın Öcalan’ın altını çizdiği de bu aslında; kaybedilmiş olanı yeniden bulmak. Kardeşlik kaybedilmiştir ama bu toplum içinde, halkların bir arada yaşamı içinde yok edilmiş bir şey değildir.

 

Önümüzde önemli bir dönem var. Bu dönemi hem Kürtler hem Türkler hem de bölge halkları açısından fırsata çevirmek mümkün. Sayın Öcalan’ın altını çizdiği de bu aslında; kaybedilmiş olanı yeniden bulmak. Evet, bu kardeşlik kaybedilmiştir ama bu toplum içinde, halkların bir arada yaşamı içinde yok edilmiş bir şey değildir. Bu tamamen devletin kurucu aklının dayatmış olduğu, halklara, toplumlara dayattığı bir anlayıştır. Bu anlayıştan kurtulmamız gerekiyor. Demokratik Cumhuriyet derken, yerel demokrasiye, özerk demokratik yaşam alanlarına, demokratik ulusa vurgu yapmamızın altında yatan neden de budur. Bir arada yaşamanın formüllerini, biçimlerini, sistemlerini üretmeliyiz. Sayın Öcalan’ın sürekli vurgu yaptığı da budur. Bir arada yaşamanın formülü bu değil. Bu irrasyonel bir şey. Burada geldiğimiz nokta bir savaştır, çöküştür, krizdir. Yüzyıl boyunca bunun içinde boğulmuş halklara ‘Aslında böyle yaşamaya mahkum değiliz, başka bir seçenek var’ demenin yolu ve yönteminden bahsediyoruz. Üçünü Yol tamamıyla bunu ortaya koyuyor. Bunu inşa edebileceğiniz en elverişli coğrafya da çok ciddi, anlamlı, hem Ortadoğu halklarına hem de tüm dünya halklarına örnek olabilecek, yol gösterici bir fikriyatla, paradigmayla karşı karşıyayız. Bizim hepimizi heyecanlandıran da bir çözümün olmasıdır.

 

Yoksa aynı şeylerin içinde debelenmek mümkün. Yoksa Lozan’la barış yaparsınız, Cumhuriyetin 100’üncü yılının düzenlemesini yaparsınız, savaş naraları atarsınız, silahlanmaya, İHA’lara, SİHA’lara kaynakları ayırırsınız ama bunların hiçbiri çözüm değil. Çözüm olmadığının göstergeleri de bugün sokağa çıktığınızda görürsünüz; mutlu insanların olmadığı bir ülkeden bahsediyoruz. Geçinemeyen insanların olduğu, işsizlikten, yoksulluktan bahsediyoruz. Çok ciddi sıkıntıların yaşandığı, her evin içinde ayrı bir cehennemin yaşandığı bir ülkeden bahsediyoruz. Kim böyle bir ülkede yaşamak ister? Kimse istemez. Peki, nedir bunun nedeni? Bunun nedeni yüzyıldır sürdürülen siyasettir, bu kör strateji ve savaştır. Bunları sonlandırmadan bir çözüm siyaseti üzerinde ortaklaşmadan yol almak çok mümkün değil. 

 

Yeni Özgür Politika’da yer alan son yazınızda yeni bir Misak-ı Milli’nin Kürt barışı ve bölgesel barış ekseninde gelişebileceği düşüncesini siyasete taşınması gerektiğinin altını çizdiniz. Savaş ve çatışmanın derinleştirildiği böylesi bir ortamda bu mümkün mü? 

 

 

Aslında Öcalanist bir anlayıştan, bu yüzyılın belki de Lenin’inden bahsediyoruz. Artık bir ulus devlet koduyla sıkışıp kalmış çözümsüzlüğe karşı konfederal bir akımdan, konfederal bir enternasyonalizmde ve bir arada yaşama olanaklarını ortaya çıkaracak anlayışlardan bahsediyoruz.

 

Bu mümkün. Bugün bizler HDP olarak, HDK olarak, bileşenlerimizle, bütün yapılarımızla bu siyaseti var etmek için mücadele ediyoruz. Bu siyaseti var etmeye devam ederken de siyaseti toplumsallaştırma anlamında, toplumu da siyasallaştırma anlamında epey yol da kat ettik. Bugün Türkiye’deki kronikleşmiş siyaset anlayışını kırmak adına önemli bir mücadele vermekteyiz. Tabi henüz siyasi muhalefetin bütün kesimlerinin buna ikna olduğunu söyleyemeyiz. Ana akım muhalefetin hala palyatif çözümler peşinde koştuğunu, hala devletin o kurucu aklını korumaya çalıştığının da farkındayız. Ama umutluyuz. Her şeyin değişebileceği zaman aralığında geçmekteyiz. Bu zaman aralığını çok iyi değerlendirmeliyiz. Bunun öncüsü kuşkusuz HDP’dir. Demokratik siyaset içinde bunun öncülüğünü yapmaya devam ediyoruz. Bunu yaparken Türkiye siyasetinde, Ortadoğu siyasetinde var olan bütün dinamikleri, bütün mücadele, direniş alanlarını, bütün siyasi yapıları dikkate alarak siyaset yapıyoruz. 

 

Demokrasi İttifakı’ndan bahsederken, demokrasi mücadelesinde, barış mücadelesinde yan yana gelecek herkesi, her kesimi potansiyel olarak bu mücadeleye davet ediyoruz. Bunu yaparken herkese de şunu gösteriyoruz, Ortadoğu gerçekliğinin farkına varın. Bu gerçekliğin farkına vararak, burada yaşayan halkların, burada yaşayan insanların, burada yaşayan toplumların varlık nedenlerini, toplumsal kültürlerini dikkate alarak ortak çözümler üretmeliyiz. Ortak bir Misak-ı Milli vurgusu, “Toplumsal Lozan” vurgusu, Demokratik Cumhuriyet vurgusu hep bu gerçekliğin üzerinde yükseliyor. Dolayısıyla burada Sayın Öcalan’dan bahsederken, aslında Öcalanist bir anlayıştan bahsediyoruz. Bu yüzyılın belki de Lenin’inden bahsediyoruz. Dolayısıyla artık bir ulus devlet koduyla sıkışıp kalmış çözümsüzlüğe karşı konfederal bir akımdan, konfederal bir enternasyonalizmde ve bir arada yaşama olanaklarını ortaya çıkaracak anlayışlardan bahsediyoruz. Tabi ki bu uzun bir yol. Ama kısa dönemde yapacaklarımız var. Her şeyden önce siyasi barışı sağlamak. Siyasi tutsaklıklara son vermek, Türkiye’de siyasi bir genel affın gecikmeksizin hayata geçirilmesini saplamak, ‘Terörle Mücadele Kanunu’ gibi paralele bir anayasadan bu ülkeyi kurtarmak, demokratik bir anayasanın yapımını kolaylaştırmak, zemini oluşturmak. 

 

Seçimin bu noktada nasıl bir önemi var? 

 

Ne kadar güçlü bir temsiliyet Meclis’e yansırsa, demokratik bir anayasa yapma imkanı o kadar yükselir. Yine siyasi barış adına kayyımlardan kurtulmak, yerel yönetimlerin demokratikleşmesini, söz yetki karar anlamında siyasette gücünün artmasını sağlamak çok önemli. İktisadi barış için atılması gereken adımlar var. Çok hızlı bir şekilde bu adaletsiz gelir dağılımını adaletli hale getirecek, adaletsiz servet dağılımına karşı adım atacak, vergi, gelir bölüşümü adaletini saplayacak adımların bir an önce atılması gerekiyor. Tarım politikasından enerji politikasına kadar bir ekolojik yaklaşımla Türkiye’de adaletli ekonomiyi var etmek için hızlı adımlar atılması gerekiyor. Bu adımlar atılmaya başladığı andan itibaren Türkiye siyasi alanda nefes alabilirse, biraz önce konuştuğumuz büyük ideali hayata geçirmek adına ortaklaşmaları da yakalamamız mümkündür. Çözüm çok açık bir şekilde duruyor. Yeter ki insanların dönüp ona bakmasını sağlayabilelim. Bu çözümü sağlamanın yolu da her şeyden önce toplumların bir araya gelmesi, ortaklaşması ve birlikte hareket etmesini sağlayabilecek siyaseti toplumun önüne taşıyabilmek. Bunu başarmaya çalışıyoruz, bunun mücadelesini vermeye çalışıyoruz.  Siyasi muhalefet olsun, bugün ki iktidar olsun, ısrarla, inatla bu anlayışı Kobanê Davası’yla, kapatma davasıyla ya da her türlü saldırı, şiddet politikasıyla bu siyaseti yok etmeye, tasfiye etmeye çalışıyor. Ama bunu başaramadığını, başaramayacağını her seferinde kanıtladık. Çünkü mücadele, direniş büyüyor, güçleniyor. Dolayısıyla karşımızdaki kör zihniyet kaybetmeye mahkum olduğunu anlıyor. 

 

İttifaklara baktığımız zaman Kürt’e bakış değişmiyor. Nitekim Kürt sorununa dair bir çözüm önerileri de görünmüyor. HDP kongre sonrası “Çözüm Bizde” şiarıyla sahaya çıktı. HDP tüm bunlara karşı nasıl bir çözüm sunuyor? HDP çözer mi?

 

 

 Çözümü ısrarla görmek istemiyorlar. Görmek istemedikleri içinde ajandalarında Kürt meselesinin çözümüne dair bir cümle bile yok. Devletin kodları içinde, devletin kırmızıçizgilerle belirlemiş olduğu alanın içinde konuşmaya devam ediyorlar.

 

Çözümü ısrarla görmek istemiyorlar. Görmek istemedikleri içinde ajandalarında Kürt meselesinin çözümüne dair bir cümle bile yok. Devletin kodları içinde, devletin kırmızıçizgilerle belirlemiş olduğu alanın içinde konuşmaya devam ediyorlar. Van’a, Diyarbakır’a gidiyorlar. Yok ‘demokrasinin yolu buradan geçer’, ‘helalleşelim’ diyorlar. İktidar kalkıyor diyor ki ‘Kürt sorunu yoktur, ben çözdüm’ ama mesele ve sorun ortada duruyor. Çözümü var ama ne iktidar nede bugünkü ana akım muhalefet çözüme yanaşmıyor, çözümü görmek istemiyor. İsteselerdi meselenin çözümüne dair ajandalarına muhakkak bir şey yazarlardı. Propaganda, programlarına bakın bunlar ilgili herhangi bir şey göremezsiniz. Çünkü bunu ne yazacak cesaretleri var ne de bunu hayata geçirecek bir siyasi programları var. Bu program bizde, HDP’de var. HDP ısrarla bunun mücadelesini bugüne kadar sürdüre geldi. Bugünden sonra da kararlı bir şekilde sürdürecek. Tecride karşı, savaşa karşı, sömürüye karşı güçlü bir mücadeleyi vermeye devam edecek. Çözüm Biz’iz derken, çok net bir şekilde çözümün programını da ortaya koyuyoruz. 

 

Bizim bir fikriyatımız, bir paradigmamız, kurucu aklımız var. Yeni bir kurucu aklı siyasetin gündemine taşıyoruz. Bu böyle hamaset olsun diye söylenmiş, propaganda olsun diye söylenmiş ya da bir kampanya noktası değil, çözüm biziz. Gerçekten çözüm biziz. Bugün yaşanan bunca soruna baktığınızda, bütün bu sorunların bileşkesi Kürt meselesidir. O zaman Kürt meselesinin çözümünden işe başlamanız gerekiyor. HDP’yi farklılaştıran en önemli unsurlardan biri budur. Bütün sorunların çözümündeki bileşke sorununa çözüm üreten yegane partidir. Dolayısıyla ‘Çözüm Biz’iz diyerek yine yollardayız, yine meydanlardayız, yine mücadelenin içindeyiz, direnişi büyütüyoruz. Mücadele sokakta, işyerinde, mahallede, soluk aldığımız her yerde büyüyerek devam edecek. Çünkü biz buna inanıyoruz: Çözüm biziz. Bunu hayata geçirebilmenin yegane yolu da bu kör zihniyete karşı sürekli aralıksız mücadeleden geçiyor. Savaşa karşı, tüm antidemokratik faşist uygulamalara karşı direniş neredeyse HDP oradadır. HDP o direnişin en önünden mücadeleyi büyüten en büyük güçtür.

 

MA / Müjdat Can

 

Kaynak: Mezopotamya Ajansı.
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***

Exit mobile version