YORUM | PROF. MEHMET EFE ÇAMAN
Ömer Faruk Gergerlioğlu’na bir televizyon programında yapılan linçi izlemişsinizdir. İzlemeyenlere mutlaka izlemelerini öneririm. Çünkü Türkiye’de devlete ilişkin problemlerin toplum kaynaklı olduğunu – yani sorunların sosyolojik boyutunu – gayet net olarak gözler önüne koyan bir örnek.
Türkiye toplumunda Türkofonlar – kendilerini anadilleri nedeniyle Türk olarak konumlandıran ve tanımlayan insanlar – arasında ırkçı-etnik Türklük üzerine inşa edilmiş Türk üstünlükçü, asimilasyoncu, retçi, öteki düşmanı kimlik tezahürü oldukça yaygın. Bariz ırkçılık ve oryantal bir neo-Nazi ideolojisinin bu denli yaygınlaşması, aklı başında her insanı ilgilendirmelidir, hatta endişelendirmelidir. Türk üstünlükçü ideoloji çok yaygın ve sadece Ülkücü Hareket’le alakalı bir durum değil. Türkiye siyaseti Türk milliyetçiliğinin çeşitli türevlerinden oluşuyor. Kendisini sosyal demokrat olarak pazarlayan CHP’de de, seküler ve Kemalizm türevli siyasal hareketler içinde de, merkez sağ partiler arasında da, İYİ Parti saflarında da, İslamcı Milli Görüş’ün temelini oluşturduğu AKP tabanında da Türk-üstünlükçülük merkezi bir konumda ve tüm bu siyasi hareketler ve partiler üzerinde belirleyici bir rol oynuyor. Tüm bu partiler ve siyasal hareketler, Kürtler ve Kürt siyaseti söz konusu olduğunda bir Türk partisine dönüşüyorlar, aralarındaki farklılıklar önemsizleşiyor hatta ortadan kalkıyor, refleksleri birbirine benziyor, ittifak etmeleri kolaylaşıyor. Oldukça düşündürücü ve endişe verici bir durumdur bu. Kürtler ve Kürt siyaseti üzerinden birleşmiş bir tür Türk-üstünlükçü ittifak var. Bu antidemokratik bir kördüğümdür. Bu kördüğümün yapı sökümünün yapılması, Türkiye’de insan hakları ve demokrasi mücadelesinin temel eksenini oluşturmak zorundadır.
Gelin bunu inceleyelim.
İttihat ve Terakki’den bu yana en önemli siyasi gayret, din temelli aidiyetten nasyonal (ulus/millet temelli) aidiyete geçişi sağlamaktı. Avrupa’da nasyonalizm (ulusçuluk/milliyetçilik) temelli sosyolojik kimlik yaygınlaştıkça, geniş topraklar üzerinde egemen olan kozmopolit ve çok uluslu imparatorluklar güç kaybetti. Osmanlı İmparatorluğu böyle bir devletti. Başarının geniş topraklara sahip olmak olarak tanımlandığı bu devletin yöneticileri, nasyonalizm etkisiyle gevşeyen dini aidiyet temelli sosyal bağları (Müslüman topluluk için ümmet aidiyetini) nasyonal (milli/ulusal) bir kimlikle değiştirmeyi hedeflediler. İmparatorluğun son on yılları bu politik mühendisliğin var ettiği dönüşümle geçti. Bu rota, 1920’de ülkenin fiili kontrolünü ele alan Milli Mücadele tarafından da benimsendi. 1923’te kurulan Cumhuriyet, Milli Mücadele yıllarından çok daha radikal olarak yeni devletin kimliksel aidiyetini nasyonal (milli/ulusal) temelde tasarladı. Bu durumum önceden başlamış bir siyasal planın devamı olarak anlaşılması çok önemlidir. Cumhuriyet’i kuran Mustafa Kemal ve yakın çevresi, İttihatçı idealleri benimsemişlerdi. Bu kadro, karar alıcı olmasa da en azından icracı düzeyde örneğin etnik temizlikçi politikalara aşinaydılar. Memalik-i Osmanlı’da 1800’lerden itibaren yaşanan bilimum katliam ve soykırım, Yirminci Yüzyılda dozunu iyice arttırarak Ermeni Soykırımı ve Rum Soykırımı ile sonuçlandı. Bu topraklardan etnik kökeni ve dini nedeniyle milyonlarca insan sürüldü, sürülürken sistematik olarak yok edildi. Yapılan etnik temizlik, nüfusun homojenleştirilmesinden başka bir şey değildi. Ekonomi politik anlamda, yok edilenlerin mülkleri yok edenlerce üleşildi ve yağmalandı. Devlet, var olmayan bir Türk burjuva sınıfını işte bu “sermaye birikiminin el değiştirmesiyle” sağladı.
Cumhuriyet, kimlik siyasetini bu temeller üzerine oturttu. Oysa Cumhuriyet kurulduğunda temiz bir sayfa açmak, soykırımcıları yargılamak, İttihatçı rejimle araya inandırıcı ve sahici bir mesafe koymak olanaklıydı. Bu yapılmadı. Bunun yerine İttihatçıların yaptığı insanlık suçu ve vahşetin reddi üzerine bir tarih anlatısı, resmi tarihe eklemlendi.
Dahası, Anadolu Ermenilere ve Rumlara yapılan “etnik temizlik” sonrasında da henüz nasyonalistlerin istediği oranda homojenleşmemişti. Zaza Aleviler, Kürtler, Araplar, Süryaniler gibi yerli halkların yanında, başka bölgelerden göç etmiş onlarca irili ufaklı etnisite de Anadolu’da yaşamaktaydı. Cumhuriyet, kendi resmi ideolojisini inşa ederken, bu ideolojiye temel mahiyetinde bir resmi tarih de yazdı. Bu resmi tarihin ana amacı, Anadolu’da herkesin Türk olduğunu ispatlamaktı. Elbette bu tarihi yazdıranlar ve yazanlar, Anadolu’nun etnik Türklerden ibaret olmadığını pekâlâ bilmekteydi. Dahası, Türk olarak nitelenen grubun etnik kökenleri de sadece Orta Asya’dan göç etmiş Türkî topluluklar değildi. Anadolu’nun Türkçe konuşan Müslümanları, büyük oranda Anadolu yerlilerinin asimile olmuş torunlarıydı. Tüm bu gerçeklere karşın, o dönemde Batı’da baskın durumda olan etnik nasyonalizm (milliyetçilik/ulusalcılık) esas alındı. Kemalistlere göre Anadolu Türklüğünün civic olarak değil, etnik/ırksal temellerde tanımlanması, stratejik olarak Yunanlara ve Ermenilere akraba bir topluluk olmaktan daha doğruydu. Kemalistler de İttihatçıların Türklük tezlerini herhangi bir tarihsel-arkeolojik karşılığı olmamasına karşın benimsediler ve tezlerini topluma dayatabilmek için uydurma bir tarih tezi yazdılar.
Bu tezin ana nüvesini, Anadolu’da var olan her etnik grubun Türk olduğu iddiası oluşturuyordu. Dağınık olan marjinal etnisiteler güçlü devlet asimilasyonu karşısında eriyeceklerdi. Belli bölgelerde yoğun olan Araplar veya Süryaniler gibi gruplar, sayıca çok küçük olmalarından dolayı zamanla asimile olacaklardı. Türkofonlar arasındaki kültürel veya bölgesel farklılıkları da eşitleyebilecek bir merkezi milli eğitim ve müfredat kullanılacaktı. Ancak bu “mükemmel” (!) planın önünde ciddi bir engel vardı: Kürtler.
Kürtler, sayıca eritilemeyecek kadar çoktular. Dahası, belli bir coğrafyada – kendi kadim ülkelerinde – bariz bir nüfuz çoğunluğuna sahiptiler. Bu bölgenin asli etnik grubu olarak, linguistik ve folklorik olarak Türkofon nüfustan hemen ayırt edilebiliyorlardı. Milli bilinçleri 1920’lerde ve 1930’larda henüz tekâmül etmemiş de olsa, bir yandan görece coğrafi izolasyonları ve nüfus yoğunlukları, diğer yandan dönemin teknolojik koşulları, Türk devletinin Türk-üstünlükçü ve asimilasyoncu politikalarına direnebilmelerini sağladı. Şark Islahat Planı gibi faşizan politikalara karşın, kendi özgün kimliklerini korumayı başardılar.
1990’lardan itibaren, dünyanın geçirdiği evrimin de etkisiyle, Kürtler uluslaştı. Milli bilince ulaştı. Dünyanın diğer tüm uluslarının hakkı olan şeyleri talep etmeye başladılar: Dillerini korumak, çocuklarına kendi dillerinde isimler koyabilmek, kültürlerini ve folklörlerini yaşatabilmek, müziklerini ve sanatlarını gelecek kuşaklara aktarabilmek… Fakat Türk devleti, Kürtlerin varlığını dahi reddediyordu. Kürtlerin esasında bir Türk boyu olduğunu ileri süren, onların karda yürürken çıkan kart-kurt seslerinden dolayı Kürt olarak nitelendiği, dillerinin çok ilkel olduğu gibi bir sürü akıl almaz, faşizan, uyduruk tezler ileri sürüldü. Kürtlerin haklarını savunanlar devletin ceberut yüzüyle tanıştı. Köyleri boşaltıldı, ormanları yakıldı, insanları zorla kaybedildi, çocuklarına zorla Türkçe öğretildi. Türkçe bilmeyen Kürtler devletten hizmet alamadı. Kürtlerin yoğunlukta yaşadığı coğrafyalar ekonomik olarak geri bırakıldı. Bu yaşananlar kolonyalizm denen olgunun ta kendisidir.
Ömer Faruk Gergerlioğlu bir Türkofon. Yani devletin adlandırmasıyla “etnik” bir “Türk”. HDP milletvekili. Kürtlerin hakkını hukukunu (da) savunuyor. 2016 sonrası kurulan yarı-otoriter rejimin siyaset sahnesindeki bir-iki demokrat insan hakları savunucusundan biri. Bazı görüşlerine katılmayabilirsiniz (ki ben neredeyse her görüşüne katılıyorum!) ama eğer demokrat bir bireyseniz, onun hakkını teslim edeceksiniz. Gergerlioğlu’nun katıldığı TV programında uğradığı haksızlık ve karşı karşıya kaldığı linç, topluma bir uyarı olmalıdır. Türkiye toplumundaki Türk-üstünlükçü otoriter karakterin sorumlusu Türk devletidir. Bu devletin temelleri Türk-üstünlükçü nasyonalizmdir. Bu politika, dünyanın başka ülkelerindeki muadillerinden daha az acıya neden olmuyor. Güney Afrika’daki 1990 öncesi yaşanmış olan Apartheid rejimi, Almanya’da 1930’larda yaşanan Nazi rejimi, 1800’lerde ve 1900’lerde Kuzey Amerikan ve Avustralya yerlilerine Britanya kolonyalizmi tarafından yapılanlar gibi örnekler, önümüzde duruyor. Türk devletinin etnik/ırksal temeller üzerinde tanımlanan kimliği toplumu aşırılaştırmıştır, bugün yaşanan korkunç ayrımcılığın ve şiddet potansiyelinin temellerini atmıştır. Gergerlioğlu, bu hastalığı tedavi etmeye yönelik çalışmalar yapıyor. Sadece Kürtler konusunda değil, aklınıza gelen her türlü insan hakları sorununda, en ön saflarda mücadele eden hep Gergerlioğlu’dur. KHK’lılar, LGBTQ+, Aleviler, Süryaniler, kadınlar, cinsel istismara uğrayanlar, mülteciler, Gülen Cemaati – aklınıza gelen hangi grupsa o grubun hakkını-hukuku savunan bir milletvekilinden bahsediyoruz.
Şüphesiz ki bir Türkofon olarak Kürtlerin hakkını hukukunu savunması Türk-üstünlükçü ittifakın daha fazla tepkisine neden oluyor. Bakın açık seçik yazayım: Kürtler özgürleşmeden Türkiye’de hiç kimse gerçek manada özgürleşemez. Kürt sorunu esasında bir Türk (daha doğrusu Türkofon) sorunudur. Bugün insan haklarına dayalı bir hukuk devleti isteyen muhalif insanların hep birlikte Gergerlioğlu’na sahip çıkmaları gerekiyor. Ben bu yazıyla kendisine koşulsuz desteğimi deklare ediyorum. Onunla ve tüm Kürt kardeşlerimle dayanışmaktan ve asimilasyoncu Türk-üstünlükçü ırkçılığa ve ayrımcılığa amasız ve fakatsız olarak karşı çıkmaktan onur duyduğumu da eklemek istiyorum.
Gelecek, ademi merkeziyetçi, insan ve azınlık haklarına saygılı, liberal-demokratik, civic ve coğrafi kimliğe atıfta bulunan Anadolu insanının olacaktır. Gergerlioğlu, bu umutlu geleceğin olabileceğini gösteren bir kılavuz kaptandır.
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***