RÖPORTAJ | YAVUZ ALTUN
Atina’da yaşayan araştırmacı yazar Herkül Millas, İngilizce’de yayınlanacak yeni kitabını konuştuk. Yunanistan’ın geçmişindeki milli mitosları (efsaneleri) toplayan Millas, daha sonra araştırmasında “İnsan zihni nasıl çalışır?” sorusunun peşinden giderek birbirini dinlemeyen, anlamak istemeyen, kutuplaşmış toplumların nasıl bu hâle geldiğini gösteriyor.
(Bu keyifli sohbetin tamamını Meydan Kültür TV’de Laf Ola programında izleyebilirsiniz.)
Mitler, nasıl ortaya çıktı? İnsanlar neden kaynağı belirsiz ya da yalan olduğu bilinen efsanelere ihtiyaç duyar?
Benim çalışmama, son iki yıl başımıza bela olan virüs döneminde başladı ve bu dönemi güzel geçirmeme neden oldu. Çünkü bu konuda bir şey yazmaya kalkınca mecburen okudum, inceledim. Vakit de güzel geçti. Ben de çok şey öğrenmiş oldum.
Aslında kitap olarak çıkacak çalışmamın başlığı, “Yunanistan’da Milli Mitoslar”. Mitos, mitolojiden farklı. Mitoloji, Antik Yunan’da yaşananlarla ilgili dinsel bir anlatımdır. Ama mitos dediğimiz şey, günümüzde de yaşanan bir durum. İnsanlar, mitos yaratır. Bana göre mitos, birilerinin mitos dedikleri. Yani, bazı insanlar bir şeylere inanıyor, başka insanlar da geliyor, diyor ki, “Bu senin inandıkların doğru değil, mitostur, uyduruktur”.
Şimdi bu konuda İngilizce’de bir söz var, bir tarihçinin dediği gibi, “birinin mitosu, ötekinin gerçeği” oluyor. Karşılıklı tabi. Mitos diyene de, öbürü seninki mitostur diyebiliyor. Bu anlayışla yola çıktım ve Yunanistan’da bilinen, çok yaygın olan bazı milli mitosları, son bir iki yüzyılda ortaya çıkan milli mitosları anlatmayı düşündüm.
Bu mitosların Yunanistan’da en çok bilineni ve tartışılmış olanı “Gizli Okul” diye bilinen bir mitos. Türkiye’yle de ilgili. Nedir bu? Osmanlılar, Yunan topraklarında egemen oldukları dönemde, yani üç yüz dört yüz yıl, Yunanlıların Yunanca öğrenmesini yasaklamış, Yunanlılar da gizli okullar kurmuş, papazlar bu okullarda Yunancayı öğretmişler.
Bu mitos, bir sürü insan tarafından inanılıyor ama Yunanlı tarihçiler bunun gerçek olmadığını kanıtlamış oluyor. Bu konuda kitaplar çıktı ve diyorlar ki, “Böyle bir olay yok. Tarihte böyle bir şey bilinmiyor, bunu uydurmuşlar.” Nasıl uydurduklarını da gayet güzel anlatıyorlar. Şu tarihte bir ressam bir resim çiziyor, bir papazın çocukları eğittiği bir resim, sonra bir şair çıkıyor şiir yazıyor bu konuda. Ondan sonra bu yavaş yavaş yaygınlaşıyor.
1830’larda 40’larda başlıyor ve 1870’lere gelindiğinde herkesin bildiği bir “gerçek” oluyor. Bir Yunanistan köyüne giderseniz, o gizli okulu göstereceklerdir, filanca mağarada gizli okul olduğunu anlatacaklardır.
Bu konu biraz komik. Çokça da tartışıldı. Genellikle aklı başında insanlar, akademisyenler böyle bir şeyin olmadığını söylüyor. Bunun gibi pek çok mitos var. İşte 1821 ihtilalinde şunlar olmuş, bunlar olmuş. Bu hikâyelerin aslı yok. Bunlara kahramanlık mitosları diyelim. İkinci bir kategori, Kilise’yle ilgili. Kilise tarih içinde nasıl bir rol oynadı? Kilise kahramanlıklar yaptı, milli birliği korudu vs. Bir başka kategori, Yunan dili. Bu, Yunanistan’da tartışılan bir konudur. Antik Yunan’ın devamı mıdır, farklı bir dil midir? Bu konuda bir sürü mitos var.
Ben işte bunları derleyip toplayıp yazmaya kararlıydım. Yola koyuldum, işin biraz farklı olduğunu görmeye başladım. Nedir o? Bu sefer bu mitosları savunan insanların kitaplarını da okudum. Onların mantığı farklı. Yunanlı tarihçiler “Aslında böyle bir olay yok!” derken, onlar farklı bir metotla “Var!” diyor. Mesela tarihçiler diyor ki, tarih içinde gizli okulların olduğunu gösteren bir kayıt yok. Bütün o yüzyıllarda bulamamışlar. Mitosu savunanlarsa, “E, olmadığını gösteren kanıt da yok” diyorlar. Veya başka bir mantık yürüyorlar. Diyorlar ki, “Türklerin eğitim konusunda baskıcı olduğunu biliyoruz.” Nasıl biliyoruz? Çünkü 1905’te bilmem nerede yasaklar getirilmiş. Ama 1905’te artık milliyetçilik çıkmış ortaya. Milliyetçi Türkler evet 1905’te yaptılar ama 1500’de yapmadılar. Onların mantığına göre bir milletin karakteri değişmez. Eğer bunu Türkler 1905’te yapmışlarsa, 1600’de de yapmış olmaları gerekiyor.
Şimdi burada sorun, farklı düşünme biçimi. Akademisyen bir insana benim söylediklerim çok mantıklı geliyor ama karşı tarafa benim dediklerim hiç mantıklı gelmiyor. Bu, birinci sorun. Yani ben bu çalışmaya başladığımda “Yazacağım, çizeceğim, çelişkileri göstereceğim ve bitecek!” diyordum. Hiç de öyle değil. Çünkü, ikinci büyük problem, bu çalışma ikna edici değil. Benim gibi düşünenler “Aferin!” diyor, dinliyor ama benim gibi düşünmeyenler ikna olmuyor.
Bu konuda en büyük sorunlardan biri, bu mitoslarla mücadele ederken, benim yalan saydığım bir şeyi anlatırken karşımda bir duvar var. Birinci bölümde bunu gösterdim. Kimse kimseyi ikna edemiyor çünkü metot farklı ve insanlar, insanî taraflarıyla, mitoslarını terk etmiyor. Kitabın ikinci bölümünde artık “İnsanlar nasıl düşünür? İnsanlar mitoslara neden bu kadar bağlı kalır ve görüş değiştirmez?” soruları etrafında farklı bir mecraya kaydım.
Peki, insanların nasıl düşündüğüne kanaat getirdiniz?
Bunları okurken pek çok büyük büyük parantezler çıktı ortaya. Mesela, en çarpıcı olaylardan bir tanesi 1954 yılında Amerika’da yaşanan bir olay. Bir grup insan şuna inanmış: Bir gezegenden uçan bir araç gelecek, onları kurtaracak, onları başka bir yere götürecek, tanrısal-mistik bir güç herhalde, insanlığın geri kalanı da mahvolacak. Ve tarih de belli, 1954’ün 24 Aralık’ında.
Bunlar bunu söyleyip yayınca etraftaki insanlar alaya almaya başlıyor. Gazeteler yazıyor. Fakat bu işleri araştırmış olan Leon Festinger denen bir sosyolog bu grubun içine kendi adamlarını yerleştiriyor. Bilim adamları bu grubun içinde yaşamaya başlıyor. Ve bütün bu olayı biz, belki de tarihte ilk defa, en ufak ayrıntısıyla yani bu insanların ne hissettiklerini, neler düşündüklerini, kendilerini nasıl savunduklarını biliyoruz. Bu konuda da bir kitap çıktı: When Prophecy Fails (Kehanet Yalanlanınca).
Bu arada o kadar inançlı ki bu insanlar, servetlerini herkese dağıtıyorlar, gidiyoruz diye. Bir takım gençler, biraz da terbiyesiz gençler, “Biz uzaydan geldik!” filan diyerek alay ediyorlar. Bunlar inanıyor. O zamanlar Amerika’da çok konuşuluyor bu.
24 Aralık gecesi çıkıyorlar, bekliyorlar gökyüzüne bakarak, bu gezegenden araç gelecek diye. Gelmiyor, tabi. Bunlar bir şoka giriyor. Bir-iki gün daha bekliyorlar heyecanla. Sonra? En ilginç noktası orası. Normal olarak bunların “Yanıldık!” demeleri gerekirdi ama öyle demiyorlar. Bu dışarıdakiler inancımızı denemek istedi, bir gecikme olacak, belki ileride yeniden bir mesaj gelecek. Bu şekilde inandıklarını savunmaya devam ediyorlar. Hatta daha aktif oluyorlar. Propagandalarını daha büyük inançla, hırsla daha yaygın olarak yapmaya başlıyorlar.
Festinger buna “bumerang etkisi” diyor. Yani yalanlanınca mitos, insanlar vazgeçmek yerine daha da sarılıyorlarmış. Fakat kimler sarılıyor? O grubun çekirdeği sarsılmıyor ama bu gruba uzaktan bağlanmış olan insanlar kopuyor. Festinger bunun üzerine bir sonuca varıyor: Bir insan grubu var oldukça, 20 kişi olabilir, bir köy olabilir, koca bir millet olabilir, ideolojik, dini grup olabilir, hatta bir futbol takımı taraftar grubu olabilir, bu insanlar birbirini teyit ettiği sürece bu inanç sarsılmaz.
Bu çalışma içerisinde benim için çarpıcı olan buydu. İkincisi, Daniel Kahneman diye bir araştırmacının çok önemli bir kitabı var: Thinking Fast And Slow (Hızlı ve Yavaş Düşünme). Şimdi bu adam psikolog ama ekonomi alanında Nobel almış. Nobel almasının nedeni, ekonominin temel ilkesini yalanlaması. Nedir o ilke? İnsanlar kendi çıkarının peşinde koşar, mantıklı olanı yapar ve o zaman da homo economicus yani ekonomiyi önceleyen bir varlığa dönüşür. Kahneman diyor ki, “Hayır, çıkarını gözetmiyor, insanlar duygusal davranıyor”. Ve insanların iki türlü düşünce biçimi vardır, diyor. Birincisi hızlı düşünme, refleks olarak, insiyakî düşünmesi. Bir de uzun uzun, yavaş ve mantıklı düşünmesi.
Ama tarih içinde insanların yaşayabilmesi için asıl ihtiyaç duydukları hızlı karar. Uzaktan gelmekte olan kurdu görünce oturup hesap yapmıyorsun, koşmaya başlıyorsun. Bütün bunları duygusal ve uzun hesap sonucu olmayan düşünce tetikliyor. Biz insanlarla konuşurken mantıklı şeyler söylüyoruz, diyoruz ki “Bak bu, bununla çelişiyor. Bu da ona uymuyor. O öyle olsa, böyle olmaz.” Bunlar mantıklı düşünce. Ama insanların pek çok kararları duygusal. Önce duygusal olarak bir şeye bağlanıyorlar, örneğin bir gruba bağlanıyorlar, ondan sonra mantık var ama o mantık o duyguyu haklı çıkarmak üzere kurulan bir mantık. Kimileri buna demagoji diyor ama değil.
Bunun en güzel örneği aşkta oluyor. Biz âşık oluyoruz. Annemiz babamız diyor ki, “Oğlum bu senin âşık olduğun adam veya kadın sana yakışık değil. Şu bakımlardan eksiği var.” Ama biz âşık olduğumuzdan işe yaramıyor bu. Çünkü bizim duygusal bağımız o mantıkla hiç ilişkisi yok. İkisi bambaşka iki dünya. Biz de kendi mantığımızı kuruyoruz. “Tamam öyle diyorsunuz ama o kadın ya da adam şimdi aynı insan değil, değişmiştir” filan diyoruz.
Bu da ikinci ilginç noktaydı çalışmanın içinde. Bilim konusu da bir sorun oldu benim çalışmamda. Çünkü bütün bu olaylar, diyelim ki mitoslar, farklı biçimde ele alınıyor. Kimileri mitosa tarihsel açıdan yaklaşıyor, sosyologlar sosyoloji, psikologlar psikoloji açısından yaklaşıyor. O da yetmiyor. Psikoloji diyoruz ama psikolojinin dört beş farklı alt dalı var. Sonunda bir hesap yaptım, yüz türlü farklı yaklaşma olanağı var mitoslara. Ben de diyorum ki, eğer bunların her birinin bir katkısı varsa bu olaya, bunu tek bir akademik disiplin altında yapmak demek, yüzde birini anlamak demek oluyor. İnsanların aslında bunları araştırırken bütün bilgileri kullanması gerekiyor. Bunu tabi tek bir araştırmacı yapamaz, dolayısıyla her araştırma eksiktir. Elinden geldiğince bunu sınırlandırmaması beklenir. Ben de bunu öyle yaptım.
Sonunda çıkardığım şu: İnsanlar bir şeylere inanıyor, bazıları da inanmıyor. Bu iki faktör yan yana gelince ortaya mitos diye bir şey çıkıyor. Ama karşılıklı. Ben birilerine “saçmalıyorsunuz” dediğimde onlar da bana “saçmalıyorsun” diyor. İki taraf da aynı şeyi söylüyor. Bana inanmıyorlar, ikna edemiyorum. İkna ettiklerim zaten benim gibi düşünenler. Haliyle çok kötü bir sonuç çıkıyor bu çalışmadan. Gerçeklik dediğimiz şey, izafî oluyor. Herkesin kendi bir görüşü mü var? Pratikte öyle.
Bu çalışmada yararlı saydığım şey, bu durumu bilmek. Eğer durumu biliyorsak o zaman dikkatli oluruz. O zaman söylediklerimizde fazla ısrarlı, iddialı olmayız. “Belki yanılıyorum,” diyebiliriz. “Acaba ben de bir mitosa mı kapıldım?” Örnekler var, tamam mitoslarla mücadele ediyoruz ve onları aşıyoruz, ama aştığımız an başka bir mitosa saplanıyoruz. Güzel örnek, dinlerin birbirini izlemesi. Bir sonraki din, bir önceki için yanlış diyor. Sonra o da değişiyor. İdeolojiler de böyle. Mesela Fransız devrimi çıkıyor, milli bir görüş. Arkadan Marksistler geliyor, sınıfsal bir görüş. O kendi mitosunu kuruyor. Sonra Marksizm de aşılıyor, başka insanlar liberalizmi savunuyor. Her seferinde bir öncekine “mitos” diyoruz, kendi inandığımıza da “gerçeklik” diyoruz.
Gerçeklik konusunda artık biraz şüpheci olmamız gerekli. İkincisi de ikna konusunda zorluk olduğunu kabul etmemiz, bilmemiz gerekiyor.
Bizim beynimiz yüzyıllar içinde oluşurken, kendi kalıplarını, temellerini kurarken bakarak, dinleyerek ya da kokuyla bilgi alıyor. Ama beynimiz kapalı bir yerde. Onun mesaj alma yolları gözümüz, kulağımız, beynimiz vs. Öyle bir an oluyor ki, beynimiz gerçeklikle sembolik olanı ayıramıyor. Bir insanın gördüğü ile hissettiğini kıyaslıyorlar mesela bir çalışmada, gördüğüne inanmıyor ama hissettiğini gerçek kabul ediyor. Bunun en güzel örneğini sanatta görüyoruz. Mesela bir filmde bir işkence olayını görünce üzülüyoruz, terliyoruz; aşk olayı olunca sevinçten gülümsüyoruz, duygulanıyoruz. Ama aslında hiçbir şey olmuyor orada. Beynimiz ise onu gerçeklik gibi algılıyor. Bunları gördükçe insanın bildiğimizden çok farklı davrandığını, çok farklı düşündüğünü ve hislere kapıldığını görüyoruz.
Yine bu çalışmadan çıkan bir başka mesele: Çocuklar oyun oynar, bunu hepimiz biliyoruz. Pedagoglar diyorlar ki, işte bir yaşından üç yaşına kadar oyuncağı iter, üç yaşından sonra oyuncağı çeker, ondan sonra on dört yaşında başka türlü oynar, on sekiz yaşında büyür ve artık o çocuk değildir. E, peki değişti mi? 18 yaşından sonra insanlar oynamaz mı? Futbol oynamaz mı, tavla oynamaz mı? Keman çalmaz mı? Siyaset oynamaz mı? Savaş oynamaz mı? Biz çocukların oynadığını, yani mitos, bir şeyler uyduruyor çünkü, biliyoruz. Büyüyünce yapmıyor mu insanlar? 35-40 yaşına gelince de az önce anlattığım hikâyeleri uyduruyorlar. Hayal gücüyle devam ediyorlar oynamaya. Fakat biz herhalde kendimize yediremediğimiz için “Artık büyüdük, mantıklı düşünüyoruz,” diyoruz.
Yani benim çalışmama, özetle, Yunanistan’daki birkaç mitos etrafında başladı ve sonunda bir mitos dünyasında yaşadığımız sonucuna vardı.
Bu, karamsar bir tablo değil mi? Buradan geleceğe dair bir umut ışığı görebiliyor musunuz?
Bizim kurtuluş yolumuz bilmekten geçiyor. Kendimizi değiştirmek kolay değil, insanlık hâlini değiştirmek kolay değil. Fakat bu durumu bilmek çok önemli bir şey. Bu durumu bilen insan, biraz tevekkülle, biraz olgunlukla tahammül edebiliyor. Ben olmadık şeylere sinirleniyordum, şimdi biraz olgunlaştım, “İnsanlık böyle” diyorum. Ama bu olgunluk sadece yaşla gelmedi, insanlığın durumunu anlamaktan da geldi. Hatta “Acaba benim ne kadar inandığım tuhaf şeyler var?” diyorum. Benim göremediğim, başkalarının gördüğü.
Bu olgunluk kurtarıcıdır, hoştur, yardımcıdır ve sanıyorum insan ilişkilerini de yumuşatır. Keskinlik yok olur, anlayış artar. Bu konuları arkadaşlarımla konuşurken hep bana şunu söylüyorlar: “Evet ama bu ‘yanlış’ düşünen insanlar gerçekçi olmadıkları için, fanatik oldukları için, kötü eğitim aldıkları için bu hâldeler.” Yahu, diyorum, değil! Benimle aynı eğitimi almış, en azından benim kadar akıllı, cin gibi insanlar, en iyi üniversitede okumuş insanlarla ben karşı karşıya gelince bazı olaylara bütünüyle farklı bakıyoruz. Benim kara dediğime, ak diyor. Şimdi, bu nasıl oluyor? Nasıl açıklayacağız?
Bu, çok çarpıcı bir durum. “Aklın yolu birdir,” diyorlar ya, hiç öyle değil. Benim için en çarpıcı şey bilim denen şeyin, mantık denen şeyin çalışmaması. Eğer bilim verilere dayanıyorsa, iki kere iki dört gibi açık bir açıklamaysa ikna edici olması gerekiyor. Eğer bilim ikna edici değilse, nedir o? Eğer ikna edemiyorsa biz ona neden objektif diye bakalım? Demek ki o bilimsel metot bile aslında arkasında duygusal bir dünya saklıyor.
Son bir soru sorayım. Şimdilerde özellikle sosyal medyada insanların farklı fikirleri karşı karşıya geliyor ve buradan da bir öfke doğuyor. Bu öfkeyi sosyal medya şirketleri, insanlar orada daha fazla vakit geçirdiği için kullanıyorlar. Politikacılar da bu öfkeden, kutuplaşmadan yararlanıyorlar. Bu manzarada ne görüyorsunuz? Bu duygusallığı aşmanın bir yolu var mı?
İşte bunu bilmemek, insanların bu hâlini bilmemek, sonuçta buna çıkıyor. Bu bağnazlık, bu karşıtlık, “Benim dediğim doğrudur, senin dediğin yanlıştır” havası, sanıyorum bilgisizliğin bir sonucu. En ufak bir soru: “Acaba ben de hatalı olabilir miyim?” Bu ufacık şüphe olsa, insan ilişkileri daha iyi olacak. Buna inanan insan en başta dinlemeye başlar. Artık sabrımız da yok, dinlemiyoruz. Karşı tarafın tezini, kitabını, televizyonunu, radyosunu dinlemiyoruz, okumuyoruz. Çünkü “öteki”dir o. Kapatıyoruz. “Acaba yanılıyor muyum?” diye bir soruyla başlarsa, en başta dinlemeye karar veririz.
Bazı şeyler insanların psikolojik eğilimleriyle açıklanıyor. Mesela paranoyak olabilir, şizofren olabilir. Veyahut da fobileri olabilir. Bu hastalıklı durumlar da var ama insanlığın bütününü oluşturmuyor. Mesela paranoya çok enteresan, yaşla ilgili bir durum. Bu mitosların bir kısmı bu hastalıklarla da ilişkili. Ama çoğunluğu oluşturmuyor. Hemen söyleyeyim: Her insanda tabi bu hastalıkların küçük bir kesiti bulunabilir. Benim de bir fobim olabilir ama hayatımı düzenleyen o fobi değildir. Bazı insanlarda var. Yabancılardan korkan var mesela, “Yabancılar evimi soyacak” diye düşünüyor. Yabancı düşmanlığı çıkıyor oradan. İnsanlar yaşlandıkça fobileri artıyor, korku artıyor, bilimsel olarak biliyoruz bunu. Ama bunlara değinmedim kitabımda, tıbbî meseledir.
Ama insanlıkla ilgili canımı sıkan, bu çatışmaların demokrasiyi de kötü etkilemesi. Çünkü demokrasinin temelinde saygı var. Azınlıkta kalan çoğunluğun kararına saygı duyuyor. Çoğunluk da azınlığın insan hakların saygı duyuyor. Karşılıklı saygı olmadan demokrasi olmaz. Demokrasi, karşılıklı saygıyı ilke olarak kabul eden insanların rejimidir. “Sen manyaksın, sen bilmem nesin, ben seni ancak yok edersem doğru düzgün yaşarım,” derseniz demokrasi olmaz. Bu, hoşgörüyle ilgili bir şey. Karşı tarafın farklılığını kabul etmekle, azınlıkta kalmayı kabullenmekle ilgili bir şey.
İnsanlığın demokrasi mücadelesi üç aşamadır. Birinci aşama bir azınlık vardı, kral ve çevresi, yani aristokratlar, çoğunluğu eziyordu. Ondan sonra Fransız İhtilali oldu, ne dediler? Çoğunluk egemen olsun. Bu sefer, çoğunluk egemen oldu, azınlığı ezdi. Ne diyoruz şimdi? Çoğunluk egemen olsun ama azınlığın da hakları korunsun. Bu üçüncü aşamadayız şimdi. Temel demokrasidir: Çoğunluğun dediği olacak, yüzde yarımla bile çoğunluğu kazansa öyle, ama o insan haklarını korumalı. Hangi çerçevede? Anayasa ve insan hakları çerçevesinde.
Şimdi gördüğüm, popülizm ve kutuplaşma, farklı bir dünya. Demokratik olmayan ve saygıya dayanmayan bir rejim. Artık hasım görmüyor, düşman görüyor. Düşmanla oturup konuşulmaz, düşmanla mücadele edilir, savaşa gidilir. Hasımla öyle değil. Hasımla yarışırsın, birinci olursun, ikinci olursun. İkinci gelen öbürünü tebrik eder. Ama dünyamız bundan uzaklaşıyor maalesef, gördüğüm o. Faşizan eğilimler, milliyetçi eğilimler, dışlayıcı eğilimler… Neden dünyamız bir kriz içinde bilmiyorum, üzücü bir şey.
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***