YORUM | PROF. MEHMET EFE ÇAMAN
Enes Kara adlı üniversite öğrencisi intihar etti. Bir akademisyen olarak da, bir baba olarak da inanılmaz üzüldüm. Baskıcı bir aile ve kaldığı yurt ortamındaki baskılar nedeniyle köşeye sıkışan bir genç, çıkış yolu kalmadığına kanaat getiriyor ve çareyi yaşamını sonlandırmakta buluyorsa, bu olayın üzerine düşünmek, yanlış giden bir şeyler olduğunu görüp bunları düzeltmeye çalışmayı istemek kadar normal bir şey olamaz. Enes’in ölümünün sıradanlaştırılmaması gereken bir uyarı olduğunu düşünüyorum. Ancak bu dramatik öykü üzerinden antagonist siyah-beyaz kamplara ayrılan Türkiye kolektifinin, yine toplum olmanın gereklerini ıskaladığını da üzülerek saptamak durumundayım. Yaşamın kendisinin grinin tonlarından oluştuğu gerçeğini de, aynı olaylara farklı bakmanın normal oluşunu da, uzlaşma kültürünün yerleşmemesinin yarattığı tehlikeleri de görmezden gelmemeli. Ortak nokta öncelikle yaşanan üzücü olay karşısında, bu tür şeylerin bir daha yaşanmaması doğrultusunda bir genel tutum, ardından da yapıcı bir eleştirel yaklaşım olmalı.
Konunun çok boyutlu olduğunun bilincindeyim. Yine de ister istemez belli başlı birkaç faktöre odaklanmak gerekiyor.
Birinci faktör: Din özgürlüğü ve diğer bireysel özgürlükler
Bir cemaat veya tarikat yurdunda bir öğrencinin intihar etmiş olması, intihar etmeden önce çektiği video paylaşımında ve ardında bıraktığı mektupta yurttaki baskı ve zorlamalardan yakınması, kesinlikle es geçilmemesi gereken noktalar. Bu noktaları aşağıda inceleyeceğim. Fakat öncelikle bu acı olayın bir cemaat/tarikat yurdunda gerçekleşmiş olması üzerinden cemaat ve tarikat yurtlarının tümüyle kapatılması ya da yasaklanması gibi, hatta tüm dini cemaatlerin ve tarikatların kapatılması gibi öneriler yapıldığına tanık olduk. Sanki bir zaman tünelindeyiz ve bir olayın tetiklemesiyle bir anda otuz yıl ya da yirmi yıl gerilere ışınlanıyoruz. Kendimizi öyle bir ortamda buluveriyoruz ki, zannedersiniz son otuz yılda ya da elli yılda yaşanan hiçbir şey, kolektif hafızaya kaydedilmiş olduğunu zannettiğimiz hiçbir deneyim, deneyimlenen hiçbir girişim, yapılan hiçbir yanlış olmamış, yaşanmamış! Balık hafızalı toplum, başından geçenleri anımsamazsa, her gün yeni bir güne uyanırcasına bir sersemlikle, daha önce denenen irrasyonel politikalardan medet umarsa, benzer ya da aynı sorunlara defalarca aynı hatalı çözüm önerileriyle yaklaşıp her seferinde büyük hayal kırıklıkları yaşarsa, bir şeylerin ters gittiğini söylemek gerekmez mi?
Enes’in intiharı sonrasında klasik bir Türkiye refleksi patlak verdi ve “yurtları kapatalım!”, “tarikatları ve cemaatleri kapatalım!” furyası başladı. Konu yine gericilik-ilericilik boyutu üzerinden ele alındı. Kapatılma yanlılarıyla onları eleştirenlerin iletişimine diyalog demek olanaksız. Kapatma yanlıları ne kadar hatalıydılarsa, onlara karşı duran cephenin tutumu da o derece bilgelikten uzaktı. Oysa konuya her zaman nesnel argümanlar ve eleştirel akılla yaklaşmak gerekir.
Öncelikle, eğer demokratik bir hukuk devleti perspektifinden yaklaşılacaksa, bu tartışmanın temel odak noktalarından birisi din ve inanç özgürlüğü olmalı. Eğer bir ülkede bu temel insan haklarından olan özgürlükler mevcutsa, dini cemaat ya da tarikatların işlettiği yurtların kapatılması düşünülemez. Dahası, bu olaydan hareketle dini cemaatlerin ve tarikatların yasa dışılığa itilmesi, çok daha aşırı bir reflekstir, faşizandır, demokrasi ve insan haklarıyla bağdaşmaz. O halde, çözüm ne yurtların toptan kapatılması, ne de İslami/İslamcı cemaat veya tarikatların yasa dışı ilan edilmesi olabilir. Eğer yurtlar kapatılacak ya da bu dini yapılanmalar yasaklanacak olursa, bunun yapıldığı ülkenin demokratik bir hukuk devleti olma olasılığı kalmaz. Mevcut ülke zaten elbette ki böyle bir ülke değildir, bunu biliyorum. Tartışma, kuramsal boyutta olduğundan bunu açıklama gereği doğdu. Demek ki bu tartışmaya başladığımızda ilk ele alınacak ölçüt, temel bir insan hakkı olan din ve vicdan hürriyetidir. Bu ölçüt esas alındığında, yurtların kapatılması da, cemaat ve tarikatların yasadışı ilan edilmesi de mümkün değildir.
Devletin görevi bakımından
Ön plana çıkan tartışma konularından biri de, devletin ve özel sektörün öğrenci yurtları konusundaki rolü meselesidir. Hemen şunu belirteyim: Bazıları devletin küçülmesini savunan klasik neo-liberal yaklaşımla, politik liberal ya da libertaryen (özgürlükçü) yaklaşımı birbirine karıştırıyor. Özgürlükçü bir demokrasiyi savunmakla neo-liberal bir söylemle devletin tümüyle her konudan elini eteğini çekmesini savunmak aynı gibi görünse de, kesinlikle aynı değildir. Öncelikle, dünyanın en gelişmiş liberal demokrasileri, aynı zamanda sosyal devlet ya da refah devleti modelleridir. Bu devletler piyasa ekonomisi yanında, sosyal adaleti sağlayıcı önlemler de alır. İskandinav ülkeleri, Almanya, Kanada ve birçok başka ülkede devlet ya da kamu sektörüne bağlı öğrenci yurtları, üniversitelilerin barınmasında ana gövdeyi oluşturuyor. Devletler tüm liberal demokrasilerde eğitim politikalarında başrol oynuyor. Kamu üniversiteleri açmak ve işletmek yanında, bu üniversitelerde okuyan öğrencilerin ucuz barınma gereksinimini de karşılama görevi, sosyal refah devletlerinindir. Bu, o ülkelerde kamu dışı yurtların (veya yüksek eğitim kurumlarının) olmasına engel değildir.
Bunları saptadıktan sonra şunu ekleyeyim. Yurt açmak kâr amacı güdülecek bir girişim değildir. Yani bir devletin mesela bir kamu bankası ya da maden ocağı işletmesiyle, üniversite ya da yurt açması aynı parametreyle değerlendirilemez. Ya da devletin et ve balık satış yeri açmasıyla toplu taşıma işletmesi aynı kategoride değildir. Bu bağlamda, kamu yurtlarının yerini özel teşebbüs tarafından işletilen yurtların alması düşüncesi iyi işleyen liberal ileri demokrasilerde uygulanmıyor.
Cemaat veya tarikat yurtlarıyla alakalı tartışmada devletin “aradan çekilmesini” ve bu işi “özel sektöre” bırakmasını savunan argümanlar sağlam değildir. Öncelikle yurtları açan kurumlar özel sektör motivasyonuyla böyle bir işe girişemez. Yurt açmanın amacı çoğunlukla kar elde etmek değildir, sosyal hizmet sunmaktır. Bazı ülkelerde kar motivasyonlu yurt işletmeleri vardır, ancak bu yurtların amacı piyasa düzeyinde kaliteli barınma olanağı sağlamaktır. Öğrencilere destek olmak değil. Zaten parası olan öğrenci isterse kendisine iyi bir semtte ev de tutabilir, hatta ev satın da alabilir. Tartıştığımız mesele bu değildir. Tartışılan, cemaatlerin ve tarikatların açtığı yurtlardır ve burada cemaat ve tarikatların motivasyonu kar elde etmek değildir. Bilakis sosyal hizmet sunmaktır.
O halde devletin görevi a) kamu üniversiteleri kontenjanına uygun oranlarda yurt açmaktır. Ve b) kamu dışı sosyal kurum ve kuruluşların – cemaatler ve tarikatlar da bu gruptadır – öğrenci yurdu açmalarının koşullarını belirlemek ve bunları denetlemektir. Tekrar ediyorum, ideal bir hukuk devletinden bahsediyoruz, çünkü bazıları hemen akıllarına baskıcı bir devleti getiriyor ve ilkesel bazlı bu akıl yürütme de boşa gitmiş oluyor. Meselemiz ideal çözüm nedir sorusunu yanıtlamaksa, demokratik bir hukuk devletinden hareket etmek zorunlu.
Devletin denetlemesi bakımından
O halde şu soruya odaklanalım: devlet denetleme görevini nasıl yapacak? Öncelikle devletin görevi vatandaşlarının neye inanmasını veya inanmamasını belirlemek değildir. Özgür ve demokratik bir ülkede isteyen istediği dine inanır veya inanmaz. Devletin görevi insanların inandıkları şeye nasıl inanacaklarını belirlemek de değildir. Yani senin inancın aşırı, seninki normal türü bir yaklaşım, demokratik hukuk devletinde kendine yer bulamaz. Özgür ülkelerde din devletin ilgi alanına girmez. Devletin herhangi bir dinin doğrularına göre hareket etmesi ya da kendisini düzenlemesi nasıl olanaklı değilse, devletin dini pratiklerde bulunan organize gruplar üzerinde din temelinde denetleme yapması da olanaklı değildir. Diğer bir ifadeyle, devlet cemaat ve tarikatları dini bakımdan denetleyemez. Dolayısıyla onların işlettiği yurtları da bu ölçütle denetleyemez. Ama: İşte bu ama çok önemlidir. Devlet, cemaat ve tarikatları, anayasayla güvence altına alınan haklar ve özgürlükler bakımından da, yasalara uygunluk bakımından da denetleyebilir.
Açalım: Bir cemaat veya tarikatın işlettiği yurtta hiçbir birey (evet, öğrenci bir bireydir ve vatandaştır) bir dinin pratiğini yapmaya veya o dinin eğitimini almaya zorlanamaz. Ya da bir cemaatin ya da tarikatın işlettiği bir yurtta hiçbir öğrencinin okuduğu kitaba, giyimine, yaşam tarzına karışılamaz. Yurda kabul edilen öğrencilere belirli bir dini eğitim olanağı, ibadet imkânı, dini okuma grupları vs. aktiviteler sunulabilir, ancak bunlara katılım gönüllülük esasıyla olur, zorlama olamaz. Zorlama derken, buna psikolojik baskı metotları ya da grup dinamiği metotları da dâhildir. Mesela öğrencileri aileleri üzerinden baskı altına almak, onları yurtta barınma haklarını ellerinden almakla tehdit etmek, arkadaşları üzerinden grup baskısı oluşturmak gibi yöntemler hem anayasal haklar, hem de yasalarla uyumlu değildir. Demek ki dini gruplar yurt açabilir, bu yurtlarda dini programlar da sunabilir, ama bu programlara katılmayı zorunlu kılamaz. Çünkü öğrenci yurdu açmanın gerekçesi sosyal hizmet vermektir; din misyonerliği değildir. Din misyonerliği din özgürlüğünün ayrılmaz bir parçasıdır ve adı konarak, açık yöntemlerle özgür bireylere herhangi bir dinin misyonerliğini yapmak her hukuk devletinde yasaldır ve normaldir. Bu faaliyeti öğrenci yurdunda yapmak da olanaklıdır. Fakat bu faaliyet kişilerin özel yaşamını ve hayatlarının olağan akışını engelleyecek rahatsız edici yöntemlerle uygulanamaz. İsteyen öğrenci yurtta dini faaliyetlere kendi iradesiyle katılabilir. Zorlama olamaz.
Devlet öğrenci yurtlarını işte bu bireysel hak ve özgürlükler hukukuna uyulup uyulmadığını belirlemek için denetleyebilir. Burada anayasayla güvence altına alınmış temel hak ve özgürlükler esastır. Bir dine inanma özgürlüğü nasıl temel bir insan hakkıysa, inanmama özgürlüğü de aynı temel insan hakkına (din ve vicdan özgürlüğüne) dayalıdır.
Enes’in kaldığı yurtta öğrencilerin vakit namazlarını kılması zorunluymuş. Aynı şekilde belli kitapları okumak da öyle! Dahası, belli kitapları okumak da elbette ki yasaktı. Bunlar elbette bir yerde yazılı değildir ve grup içi dinamikle bu zorlama ortamı oluşturulmuştur. Enes video ve mektupta Müslüman olmadığını – artık dine inanmadığını – ifade ediyor. Buna karşın bahsettiğim ortamda namaz kılıyor veya dini kitapları okuyormuş. Burada yurt ortamının baskısı yanında ailesinin de yurdu işleten cemaatten olması ve Enes üzerinde baskı kurması önemli bir rol oynamış. Yani dini baskı sadece cemaat yurdundan gelmekle kalmıyor, ailesi de Enes’i o ortamda kalmaya zorluyor.
Enes’in reşit bir birey olması bu bağlamda önemli, ama hayatın gerçekleri, özellikle ekonomik bağımlılık ilişkisi içerisinde öğrencilerin ailelerinin kontrolü altında oldukları gerçeğini fazla etkilemiyor. Enes’in ailesi Enes üzerinde ekonomik kontrole sahipti. Ayrıca Türkiye aile yapısında, özellikle mütedeyyin ailelerde ailenin bu rolünün çocuklar üzerinde çok daha belirleyici olduğu düşünülebilir. Özetle, Enes yurttan çıkma alternatifine sahip değildi. Köşeye sıkışmasının nedenleri düşünülürken bu ortamın anlaşılması çok önemlidir kanımca.
Birey olma ve özgür irade
Sosyolojik gerçeklerden biri de, Türkiye toplumunda kolektif aidiyetlerin çok güçlü olması ve bireyin oluşumunun (tekâmülünün) aksaması ya da akamete uğraması. İnsanlar kendilerini grup aidiyetleri ve grup rol ve işlevleri üzerinden tanımlarlarsa, bireyleşemezler. İşin esası, bireyleşmek Türkiye toplumunda süreç olarak da kavram olarak da sevilmez. Bireyleşmekle bireyci olmak, örneğin, aynı şey gibi algılanır. Sanki birey olmak olumsuz bir şeydir, terbiyesizliktir, bencilliktir, “enaniyet” ile karıştırılır. Aileler, komşuluk ve mahalle, yaşıt grupları, iş atmosferi, evlilikler; bu patolojik durum her yerde karşımıza çıkıyor. İnsanların birey olarak tercihlerde bulunmasının önündeki en büyük engel, bu aşırı kolektivize olmuş yaşam formlarıdır. Dini cemaatler ve tarikatlar da bu bağlamda oldukça sorunlu sosyal gruplardır.
Şöyle izah edeyim: Mesele elbette ki insanların bir dine inanması, o dine inananlarla kardeşlik veya inanç birlikteliği hislerinde olması değil. Bunlar normal, olağan şeyler ve sosyal örgütlenmede bireye sağladığı birçok yararlar da söz konusudur. Mesele, bireyin grubun parçası olurken kendi şahsiyetini ve otonomisini tümüyle yitirmesidir. Adeta direksiyonu tümüyle hiyerarşide kendinden üstte olan grup üyelerine teslim etmesidir. Bu durumda birey artık kendi kararlarını veremez duruma gelir. Öğrenci yurtları gibi çok kapalı ve uzun süreli gruplarda bu tür dini cemaat ve tarikatlar dâhilinde bireysel bağımsızlığını yitirmek, Enes’in durumunda olduğu gibi, bireyleri çıkmaz sokağa sürükleyebilir. Aile ve cemaat yurdu arasında bireyselleşmeye çalışan ve grup mekaniğinin dışına çıkma girişiminde bulunan gençler, çok şiddetli psikolojik – ve bazen fiziksel – şiddete uğruyor. Tüm bunlar Türkiye gerçekleridir.
Üniversite eğitimi, bireyin otonomisini sağlamayı hedefler. Bilim sorgulayıcıdır. Bilimsel yöntemin bu özelliği, üniversite öğrencilerinin akademik ilerlemeleri sayesinde gittikçe daha otonom düşünebilen, kendi kararlarını kendi verebilen özgür bireyler haline gelmelerine yardımcı oluyor. İşte bu süreç, bazen cemaat ve tarikat yurtlarındaki fiili ortamda ciddi çatışma potansiyellerini aktive edebiliyor. Üniversite sıralarında kendilerini keşfeden, kendilerini tanımaya başlayan öğrenciler, kaldıkları yurt ortamında bunun kendilerine sorun çıkardığını yaşayarak gözlemleyebiliyor.
Dini eğilimli yurt işletmelerinin bu anlattığım hususları dikkate almalarını umuyorum. Cemaat ve tarikat yurtları, öğrencileri “kendi gruplarına kazandırmak istedikleri hedef kitle” olarak görmemelidir. Eğer amaçları hayır ve topluma hizmetse, bunda karşılık aramak bu hizmet ruhunun doğasıyla uyuşabilir mi?
Öğrencileri yurda kabul edip, sonra da onlara “eğer burada kalacaksan sabah namazını kılman zorunlu”, ya da “filanca kitabı okumasan bu yurtta kalamazsın” türü baskılar, sanırım makul herkes tarafından “ikna yolu” değil, “bariz zorlama ve baskı” olarak görülecektir. Ne cemaat ve tarikat yurtları, ne de başka sosyal grupların yurtları (mesela Çağdaş Yaşamı Destekleme Vakfı vs.) bir dünya görüşünü, ideolojiyi, dini endoktrine edemez. Yurtlar öğrenci devşirme tarlaları olarak görülemez. Eğer yurtlar profesyonel barınma olanağı sağlama yönelimli bir sosyal hizmetse, bunun gereği yapılmalıdır ve öğrencilerin bireysel tercihlerine ve yönelimlerine – yani anayasal haklarına! – saygı gösterilmeli, bunun ortamı sağlanmalıdır.
Sosyolojik kırılma, kutuplaşma
Yukarıda sosyolojik kırılma, ayrışma ve kutuplaşmadan bahsetmiştim. Bu durumun yansıması, Enes’in ölümü sonrası korkunç bir şekilde dışa vurdu ve esasında ülkeyi birleştirmesi gereken bir dram, daha fazla kutuplaşmaya neden oldu. Oysa ihtiyaç duyulan sağlıklı bir iletişim ve aklıselim. Eğer bu dramın toplumu sevk edeceği yön dindarlarla dinsizlerin savaşı tipi bir distopya olacaksa, sizlere garanti ediyorum bu mücadelenin kazananı olmaz. Tıpkı bir depremin kazananı olmayacağı gibi! Mevcut kutuplaşma ortamında hiç kimse mutlu olmayacak. Karşılıklı ötekileştirmelerle sonuç alınmıyor. Cemaat ve tarikat yurtları üzerinden yasakları meşrulaştırmaya çalışıp istediğiniz toplumu inşa edemezsiniz. O yurtlardaki muhtelif kronik problemleri görmezden gelip, olayları salt din özgürlüğü temelinde ele alarak ve diğer ihlal edilen bireysel özgürlükleri görmezden gelerek sonuç elde edemeyeceğiniz gibi. Gerçek siyah ve beyazdan oluşmuyor. Gerçek grinin tonlarından oluşuyor. Ve bu griyi yakalayabilmek, uzlaşıdan geçiyor. Uzlaşı içinse, sağlıklı bir diyaloğa gereksinim duyuyoruz. O diyalog, ancak konuşmakla gerçekleşebilir. Türkiye bu kutuplaşmanın yardığı toplumu bir araya getirmeden normal bir toplum haline gelemez. Bu ortamda, mevcut rejim sonrasında bir demokrasi inşası imkânsızdır. Bir arada yaşama iradesi ortaya konması tolerans ve uzlaşı kültürüne bağlı.
Çözüm özgürlükler ve özgürlükler arası denge
O halde çözüm için ilk adım nedir? Öncelikle tüm insan hakları ve özgürlükler iyi anlaşılmalı. Bu, birinin diğerine tercih edilebileceği bir yemek menüsü değil arkadaşlar! Üzgünüm. Ya tüm paketi alacaksınız, ya da o özgür ülkelerde görüp de öykündüğünüz ortama hiçbir zaman sahip olamayacaksınız. Özgürlükler arasında denge kurmayı öğrenmelisiniz. Enes’in dindar olma olanağını savunduğunuz kadar onun dinsiz olma hakkını da savunacaksınız. Ve tercihi Enes yapacak! Daha doğrusu yapacaktı! Keşke yapabilseydi. Keşke hayatta olabilseydi.
Hepinizin çocuğu ya da kardeşi, kuzeni ya da yeğeni var. Bu gençler kimliklerini bulmaya çalışıyorlar. Bazen bizden çok farklı düşünebilir, tasvip etmediğiniz bireysel tercihlerde bulunabilirler. İyi de, siz kendi yaşamınızı kurdunuz! Bırakın o gençler de kendi yaşamlarını kursunlar. Bunu talep etmek eğer sizce aşırı bir istekse, o halde insan hakları ve temel özgürlükleri hazmetmemişsiniz demektir. Bu durumda, “A özgürlüğünü istiyorum, ama B özürlüğü bize fazla kaçar” türü bir Ortadoğu pazarlığı, maalesef sizi tüm özgürlüklerden edecek bir baskı ve otoriter ortamın kapılarını aralar. Bu dünyada herkes kendi kararlarını kendisi verecek. Birileri baskı altına alınıp esasında kendilerini ait hissetmedikleri bir kimliği yaşıyor gibi görünürlerse, bu – açık soruyorum – dürüst ve samimi bir tutum olabilir mi? Bu tür bir ortamdan, “ya göründüğün gibi ol, ya olduğun gibi görün” öğüdünü salık veren bir değerin gereği yerine gelir mi?
Herkes kendine dürüst olarak sessizce bu soruyu düşünsün lütfen!
Umarım bu yazı bir nebze de olsa başka gençleri yitirmememize katkıda bulunur.
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***