Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

ÇEVİRİ | Vladimir Putin savaşa mı hazırlanıyor?

Serbestiyet


Vladimir Putin ne istiyor? Bu soruya kesin bir cevap vermek güç, zira Putin’in vesveseli tavırlarında herhangi bir mantık aramak neredeyse imkânsız. Rusya devlet başkanı, her ne kadar geçmişte ülke ekonomisini enerji sektörüne daha az bağımlı hale getirmek için sektör ve pazar çeşitliliğini artırmaya yönelik hamleler yapmış da olsa, daha sonra bu projeyi ”ütopik” olarak nitelendirip çöpe attı. Putin’in iktidarı süresince Rusya, 2014’te Kırım’ı işgal etti, 2015 senesinde de Suriye’ye müdahale ederek Rus ordusuna bağlı birlikleri, bu iki ülkede herhangi bir çıkış stratejisinden yoksun biçimde kaderine terk etti. Putin’in 1999 senesinde başlayan ve 2008 ile 2012 yılları arasında başbakanlık görevini de içeren uzun süreli iktidarının Rusya siyasetine düzen ve süreklilik getirmesi bekleniyordu, ancak gelinen noktada Putin sonrası dönemde yaşanacak bir muhtemel geçiş süreci, adeta ölümcül bir rulet oyunundan farksız olacak gibi duruyor.

Putin, konuşmalarında sürekli olarak kaostan bahsediyor ve belli ki kendisini Sovyetler Birliği’nin otuz yıl önceki çöküşünden sonra Rusya’yı saran kaosun yarattığı bir figür olarak görüyor. Bugün ne Rusya ne de Putin dünyanın gidişatına dair olumlu hayaller kuruyor. Bu yıl Kafkas dağlarında düzenlenen ve hem Rusya’dan hem de dünyanın diğer ülkelerinden aydınların ve devlet yetkililerinin katıldığı özel bir toplantı olan Valday zirvesinde konuşan Putin, Rus toplumunun “aşırılıkçılığa karşı bir sürü bağışıklık” geliştirdiğini ve bu durumun, ülkesini yaklaşan “kargaşalar ve sosyo-ekonomik felaketler” için hazır bir konuma getirdiğini söylüyordu.

Putin’in gözünde istikrar kavramı bir yanılsamadan ibaret. Putin, Valday zirvesinde Soğuk Savaş’ın sona ermesinin ardından kazandığını düşünenler için, Alman şair Johann Wolfgang von Goethe’den alıntı yaparak, ”Olimpos Dağı’na tırmandıklarını zannedenler, çok geçmeden yerin kaymaya başladığını keşfettiler… bu sefer sıra onlara gelmişti ve ne kadar adil görünürse görünsün kimse o anı durduramazdı” demişti. Yani bir zamanlar egemen konumdaki Batı, günümüzde uluslararası sistemde yaşanacak köklü değişikliklere hazır olmalıydı.

Putin’in konuşmasını dinlediğimde, bu sözlerin onun gerçek yüzünü yansıttığını; yani niçin Kaos’un Oğlu, şeytani demiurgos ve büyük tiran Yaldabaoth rolüne büründüğünü çok daha iyi anladım. Soğuk Savaş sonrası dönemde bütün dünyada barış ve demokrasi kavramları etrafında birleşmiş küresel bir topluluk kurulacağına yönelik umutlar artık suya düştü. Batı’da yaşayan birçok insanın gözünde küresel çekişmelerin, kargaşanın ve düzensizlik durumuna dönüşün asıl suçlusu bizzat Putin’dir.

Rus lider 2007’de alaycı bir espri yaparak “Mahatma Gandi’nin ölümünden sonra gidip konuşacak kimse kalmadı” demişti. O dönemde bu sözler birçok farklı şekilde yorumlandı. Bazıları için Putin’in esprisi, acımasız bir nükteden ibaretti. Diğerleri ise, bunun reelpolitiğin egemenliğinin ve uluslararası diyaloğun faydasız oluşunun dolaylı bir yansıması olduğunu öne sürdü. Ancak asıl mesele, uzun yıllardır Rusya siyaseti üzerine çalışan bir uzmanın geçtiğimiz günlerde bana söylediği gibi, bu sözler Putin’in ruh ikizi olarak gördüğü iki figüre yapılmış üstü kapalı bir gönderme olabilir: Her ikisi de Gandi’yle aynı zamanlarda ölen Stalin’e ve Hitler’e. Başka bir deyişle, bu aslında özel bir şakaydı. Bahsettiğim bu uzman, “Putin bile bunu ağzından kaçırmaktan daha iyisini yapabileceğinin farkında” diyor.

Her ne kadar kulağa tuhaf veya şoke edici de gelse, Putin muhtemelen kendisini Gandi ile aynı kategoride görüyor. Hem Putin hem de Gandi, yaşadıkları imparatorluklara son vermiş liderlerdir. Aynı şekilde, her ikisi de statükonun altını oymuştur. Gandi’nin İngiliz imparatorluğunun sona ermesinde belirleyici bir rol oynaması gibi, Putin de bir gün yüzünü geçmişe doğru çevirip savaş sonrası dönemdeki ABD imparatorluğunun çöküşünü hızlandıran ve tarihin kapılarını yeniden açan rolünden tatmin olabilir.

Pratik yönden baktığımızda, bu durum en çok Çin’in işine gelecektir. Rusya Devlet Başkanı’nın Valday’da belirttiği gibi: “Her ne kadar çözülmemiş birçok sorunları olmasına rağmen bazı ülkelerin yükselişte olduğunu gözlemliyoruz. Bu ülkeler adeta patlamaya hazırlanan birer volkanı andırıyorlar. Ancak karşımızda yalnızca üzerinde şarkı söyleyen kuşların cıvıltılarını duyabileceğiniz ateşi çoktan sönmüş yanardağlar da var.” Putin, İlk satırda Çin’e, ikincisinde ise Batı Avrupa’ya atıfta bulunuyor. Rusya’ya gelirsek, böylesine bir süreç Rusya için bir dünya ile diğeri arasında bir geçit işlevi görebilir.

Putin aslında bu sözlerinde, Rus tarihçi Lev Gumilyov tarafından geliştirilen “tutku” (“passionarity”) teorisine atıfta bulunuyordu. Gumilyov’un felsefesinin temel kaidesi, her ulusun yaşamının, hayat enerjisi genişledikçe veya daraldıkça farklı büyüme ve bozulma aşamalarından geçtiği üzerine kuruluydu. Kuşkusuz Gumilyov’un fikirlerinin Putin’in dünya görüşü üzerinde önemli bir etkisi var. Ancak Putin’e Valday’da fikirlerinden en çok etkilendiği  düşünürlerin kimler olduğu sorulduğunda, bahsettiği ilk isim 20. yüzyılda yaşamış Rus filozof Ivan İlyin oldu. Putin, ”kitabı hâlâ başucumda duruyor ve arada sırada alıp okuyorum” diyor.

Bazıları, Putin’in kendisini Ilyin’in arketipik Rus lider tanımına göre şekillendirdiğini iddia ediyor: Rus ruhunun aşırılıklarını içerebilecek, kurallarla sınırlandırılamayacak kadar hayat dolu, aşkın ve güçlü bir kişilik.

”Kaos’un Oğlu” Putin, 1989 ve 1990 senelerinde, yani Sovyetler Birliği’nin son yıllarında, SSCB’nin jeopolitik gücünün bir iskambil kâğıdı gibi çöktüğü günlerde artık yetişkin bir adamdı. 2000 yılında verdiği bir röportajda, “o günlerde ülkemin artık var olmadığı hissine kapıldım. Sanki ülkem bir anda ortadan kaybolmuştu” diyordu.

Benzer şekilde, Rus şair Josef Brodskiy, 1990 senesinde, sonraki on yılın nasıl kaos ve çelişkilerle dolu olacağını şimdiden görebildiğini söylerken, aynı zamanda (en azından Rusya bağlamında) kaos ve siyasi güç arasındaki yakın ilişkiye de dikkat çekiyordu. Brodskiy şöyle yazmıştı: “Bütün bu kaos ve çelişkiler, aslında kaostan düzen doğurmaya çalışan bir iktidara istikrarlı olma güvencesi sunar.”

Brodskiy, Sovyetler Birliği’nin son günlerinin, varoluşsal bir hakikatin kanıtını sunduğu için dünya çapında bir hayranlık nesnesi haline geleceğini de ekliyordu. Vahyedilmiş bir dinden yoksun bir dünyada, hayatın anlamını hiç kimsenin gerçekten bilmediğini kabul etmeliyiz. Öyle ki, bazıları bu sorunun cevabını gündelik rutinlerde bularak hayatlarının geri kalanını nasıl geçirmeleri gerektiğini asla sorgulamayacak bile. Demokrasi de dahil olmak üzere insanların içinde yaşadıkları siyasi rejimler, onları belirli yönlere iterek eğip bükecek, üstelik yaşamlarını nasıl sürerlerse sürsünler, onlara ideale mümkün olduğunca yakın oldukları konusunda bir tür rahatlık sağlayacak. Brodskiy, anlam sorunundan kaçınmaya ya da bu sorunu gizlemeye çalışmamasının, ölmekte olan Sovyet devletinin yararına olduğunu düşünüyordu. Öyle ya, bu sorunun doğru bir cevabı yoktu, hatta aslında hayatın da bir anlamı yoktu. İnsanlar yalnızca bu gerçekle yaşamakla yükümlüydü.

Brodskiy, iktidar ve kaos arasındaki bağlantıyı işaret ediyordu. İktidar bir meşruiyet kaynağı olarak kaosun varlığına ihtiyaç duyduğundan, kaosun kendisini meşrulaştırır ve hatta buna methiyeler bile düzebilir. Aslında Rusya’nın, 2014 yılında topraklarını işgal ettiği ve düzenli askeri müdahalelerle tehdit etmeye devam ettiği Ukrayna gibi ülkelerin istikrarsızlaştırılmasına aktif olarak katkıda bulunma sebebi, kısmen de olsa, belirli bir düzen inşa edebilen devletler ile bu temel siyasi amacı yerine getiremeyen devletler arasındaki oldukça kaba güç hiyerarşisine başvurmak içindir.

Brodskiy, iktidarın ve kaosun birbirini beslediğinin ve her ikisinin de bir arada güçlendiğinin farkındaydı. İktidar, kaosun olduğu bir ortama düzen getirme eyleminden doğar. Eğer kaos yoksa, onu yaratmak için iktidarın kendisi kullanılmalıdır. Putin’in düşüncesinin merkezinde işte tam olarak bu yer alıyor. 2015 yılında Moskova’daki Vasilyevsky Spusk Meydanı’nda yaptığı konuşmada şöyle diyordu: “Bizler, ilerlemeye kendimiz devam edeceğiz. Devletimizi ve ülkemizi güçlendireceğiz. Son zamanlarda hiç zorlanmadan yarattığımız zorlukların üstesinden de bizzat kendimiz geleceğiz.”

Kaos, hiçbir zaman tamamen yatıştırılmaz. Aksine, uygarlık kisvesi altında varlığını sürdürmeye devam eder ve bir egemenin görevi, gün yüzüne çıkmadan onu idare etmektir. Putin’in işte bunu yapmak istiyor. Ortada büyük bir tasarım ve bir dünya vizyonu görmek için istediğiniz kadar çabalayabilirsiniz. Ancak Putin, bundan çok daha akışkan ve değişken bir şeyi arzuluyor. Putin’in siyasi düzen anlayışı, iktidar ve kaos arasında hassas bir şekilde dengelenmiş bir kavramdır. Putin’in bu kavramı ”doğal” olarak nitelendireceğinden şüpheliyim. Putin, Batı’nın kaos düşüncesini siyasi hayattan çıkarma girişimini bir bahane olarak, hatta siyasetin çelişkilerinin kapsamlı bir şekilde çözülebileceğine ilişkin saflıklarla dolu bir inanç olarak görüyor.

2019’da, Verona’daki Palazzo della Gran Guardia’da Rus stratejist Sergey Karaganov’a Rusya’nın Suriye’deki hedeflerinin neler olduğunu sordum. Rusya, DAİŞ ile savaşmak ve Esad rejiminin devrilmesini önlemek için 2015 yılında Suriye İç Savaşı’na müdahil oldu. Askeri müdahalenin ilk aşaması başarılı olmuş, Beşar Esad, Rusya’nın bölgeye tam zamanında müdahale etmesiyle kurtarılmıştı. Peki ya şimdi ne olacak? Öncelikle, ortada bir plan olmalı. Kremlin’de önemli bir etkiye sahip olan Dışişleri ve Savunma Politikaları Konseyi Başkanı Karaganov, hafif bir kınamayla başını salladı: “Bu, Dünya’da cenneti yaratmakla ilgili değil. Biz Amerikalı değiliz. Her şey zaten istediğimiz gibi ilerliyor. Suriye, yatırımcılarımız için sınırsız iş fırsatları sunuyor ve bize Suudi Arabistan veya İran gibi ülkeler karşısında üstünlük sağlıyor.” Rusya, kalıcı bir siyasi düzen yaratmak için aceleci değil, zira bu çok pahalı ve çok az katkıda bulunabileceği bir proje.

Putin’in kaos siyasetini adeta bir sanatmışçasına icra ettiği yer Belarus’tur. Belarus istikrarlı kaldığı sürece, 1994’ten beri devlet başkanlığı koltuğunda oturan Aleksandr Lukaşenko Moskova’yı memnun etmeye ihtiyaç duymadı ve hatta Kırım’ın yasal statüsü hakkında ikircikli bir tavır takınmasında da görüldüğü gibi, Moskova’yı memnun etmeye cesaret edemedi. Bu durum, ülkedeki diktatörlükle siyasi ve ekonomik ilişkilerini geliştiren Avrupa Birliği’ne yaradı. Ardından kriz patlak verdi. 2019 yılında Moskova, Belarus’a yönelik ekonomik desteğini azaltmaya başladı. Sonrasında Covid-19 pandemisi de ekonomiye ciddi zarar verdi ve 2020’de yapılan son başkanlık seçiminin sonuçlarını protesto eden kalabalıklarla birlikte halkın iktidara yönelik hoşnutsuzluğu iyice arttı.

İktidardan düşeceğinden korkan Lukaşenko, koruma için Rusya’nın kapısını çaldı. Kremlin, Avrupalıların istikrarsızlıkla ve çatışmalarla uğraşmaktan duyduğu derin hoşnutsuzluğu anlamıştı; Avrupa’nın Rusya’nın yakın çevresine müdahalesini püskürtmenin tek yolu, çözümsüz kalan çatışmalar, siyasi düzensizlikler ve sınır anlaşmazlıkları yaratmaktır. Doğu Ortaklığı’nı –AB’nin doğudaki komşuları Ermenistan, Azerbaycan, Belarus Gürcistan, Moldova ve Ukrayna ile ilişkilerini idare ettiği bir girişim– oluşturan altı ülkeden, Rusya’nın askeri ve siyasi katılımını içeren ve çözümsüz kalmış bir askeri ihtilafla kuşatılmamış durumda olan tek ülke Belarus. Rus ordusuna bağlı birlikler, Polonya sınırını korumak için konuşlandırıldığı için bu istisna bile artık geçerli olmayabilir. Lukaşenko, bir gün Belarus devletini umutsuzluk içinde Putin’e sunmaya mahkûm.

AB, kaosun dünyasında bir istikrar alanı olmayı ne kadar arzularsa, içinde bulunduğu konum o kadar tehlikeli ve ölümcül bir hal alıyor. Polonya sınırında yaşanan kriz, bu duruma iyi bir örnek oluşturuyor. Lukaşenko, çok sayıda Iraklıyı ve Suriyeliyi geldikleri ülkelerden alıp doğrudan Polonya sınırına taşıyarak, geçmişteki AB yaptırımlarının intikamı olarak gördüğü bir göçmen krizi ve bunun yanı sıra kaçakçılıktan elde edilen bir gelir alanı yarattı. Kaos büyümeye devam ettiği ve yalnızca Putin bu duruma engel olabilecek gibi göründüğü için Avrupalı ​​liderler şimdi de ondan Belarus’a müdahale etmesini istiyor.

Biri sakin bir medeniyet inşa etmeyi hedefleyen, diğeri ise bizlere bütün dengelerin ne kadar kırılgan olduğunu hatırlatan iki yaklaşım, Avrupa ve Rusya’nın enerji güvenliği hakkındaki düşüncelerinde görüldüğünden daha belirgin olamazdı. Brüksel’deki ve Avrupa’nın diğer başkentlerdeki devlet yetkililerinin gözünde Rusya ile kurulan ve enerji sektörüne dayalı ilişkiler, karşılıklı bağımlılığın bir biçimi olarak karşımıza çıkıyor. Rus enerjisine bağımlı olmakla ilgili herhangi bir endişenin yersiz olduğunu düşünüyorlar, zira Rusya, devlet gelirinin önemli bir kaynağı olacak şekilde güvenilir bir doğal gaz sağlayıcısı olmak istiyor. Bu riskli bir durum çünkü Putin, enerji krizlerinin, Rusya’nın jeostratejik gücünün faydalarını hatırlattığını çoktan anlamış durumda.

Buradan alınacak dersler, dış politikada olduğu kadar iç politikada da geçerlidir. Kremlin, devlet gücünü uluslararası amaçlar doğrultusunda kullanırken veya bununla düşmanlarını cezalandırırken çekingen davranmıyor. Ancak Rusya salgının yarattığı etkilerle boğuşurken, aşı zorunluluğu gibi uygulanması en güç kararları valilere bırakarak devlet gücünü kısıtlamış oldu. Öyleyse Putin neden gerçekleştirmesi imkânsız vaatlerde bulunuyor? Putin, Soçi’de, “koronavirüs pandemisinin, toplumumuzun ne kadar kırılgan ve savunmasız olduğunu hatırlattığını ve en önemli görevimizin insanlığa güvenli bir varoluş ve dayanıklılık sağlamak olduğunu” söylemişti. İnsanlara temel insani zayıflıklarını ve bireysel güçsüzlüklerini hatırlatın, bu onların devletle olan bağlarını güçlendirecektir. Ne de olsa burjuva konforu devrimci düşünceleri besler.

Rus siyasetinde, iktidar hiyerarşisinin doğrudan ve belirsizliğe mahal vermeyen bir kavram olduğuna yönelik bir görüş vardır. Kremlin’in içindekilerle uzun yıllar boyunca yaptığım konuşmaların hiçbiri bu görüşü desteklemiyor. Olaylardan bahsederken isim vermek bir kenara dursun, çoğu zaman ufak detayları paylaşmaktan bile çekiniyorlar. Ancak yine de, onlarla konuşurken ortaya çarpıcı bir tablo çıkıyor: Putin, altındakilere muğlak mesajlar vermeyi tercih ediyor. Bu sayede herkesin, söylediklerinden kendilerine göre anlamlar çıkarmasını sağlıyor. Yani işler ters gittiğinde bunun sebebi Putin’in sözlerinin yanlış yorumlanmasına dayanıyor. Her ne kadar kaos, bu koşullar altında güçlenmeye mahkûm olsa da, üretken ve devlet iktidarını güçlendirmeye muktedir bir kavram olarak görülmeye devam ediyor.

Pandemiden bir yıl önce, yani 2019 senesinde, Putin dört ünlü konukla birlikte Valday’a geldi: Azerbaycan cumhurbaşkanı İlham Aliyev; Kazakistan cumhurbaşkanı Kasım Cömert Tokayev; Filipinler Devlet Başkanı Rodrigo Duterte; ve Ürdün Kralı II. Abdullah. Bu manzara, çağdaş Rusya’nın en popüler jeopolitik teorisi olan entegre bir Avrasya’nın simgesiydi. Ancak Putin, bu yıl zirveye dört dünya lideri yerine dört hayalet getirdi: pandemi, iklim krizi, savaş tehdidi ve kontrolsüz göç. Mahşerin bu yeni dört atlısı, Putin’in konuşması boyunca belirgin bir şekilde yer aldı. Yeni bir kaos çağına girerken, Putin kendini haklı hissedebilir. Acaba o kaosun bir temsilcisi, yoksa yalnızca onun peygamberi mi?

Bazı liderler düzenin yanında yer alırken, diğerleri kaosu seçer. Putin, doğanın kaosu tercih ettiğine inanıyor, bu nedenle onun gözünde aralarından ikincisi kazanmaya mahkûm. Rusya, hasta bir adam olabilir. Ancak hem silahlı hem de hasta bir adam, her şeye rağmen tehlikeli bir adamdır ve alt üst olmuş bir dünyada hepimiz hasta olabiliriz. Putin’in geride bırakmayı planladığı Rusya işte tam olarak budur.

Çeviren: Deniz Karakullukcu

Makalenin orijinali:

https://www.newstatesman.com/world/asia/2021/11/is-vladimir-putin-preparing-for-war

***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***

Exit mobile version