Şiraz’dan Tahran’a, Tahran’dan Hoy şehrine gittiler. Arabada sıkışık bir vaziyette oturmaktan, her yanları tutulmuştu. Şahin, sınıra gelene kadar kaç yerde durduklarını hatırlamıyordu.
Küçük bir köyden başlayan yolculuğu, ülkeleri baştan sona dolaşmakla devam ediyordu. Her şehirde bir dost edinmiş, o dostları vardığı başka şehirlerde yitirmişti. İran da onun baştan sona geçtiği ülkelerden biriydi. Orada diğer ülkeler gibi çalışmamış ve zaman geçirmemişti. İlk kez iki ülkeyi aynı kişi ile geçiyor ve üçüncüye doğru gidiyordu. ibrahim onun en uzun yol arkadaşıydı. Aklı başında bir adam gibi görünmüyordu. Rahul ona göre daha uyanık ve sertti. İbrahim ise başkaları tarafından kullanıldığı aşikar bir adamdı. Tüm bu yolculuğu planlayabilecek bir hali yoktu.
İbrahim ve onunla beraber yola koyulan diğer araçtaki şoförler, zaman zaman uygun bir yerlerde mola verip, birkaç saat uyudular. İbrahim, durdukları zaman diğer arabadaki silahlı adamlarla konuşuyor, o konuşmada adamların ona komutlar verdiği dışarıdan bakıldığında anlaşılıyordu. Arabayı kullandığı anlarda da aynı Farsça şarkıyı mırıldanıyordu.
Sınıra yakın bir yerde, arabanın direksiyonuna eliyle vurdu. Kısa bir süre arkasına döndü;
“Hiç konuşmadınız? Dilinizi mi yuttunuz? Soru da sormadınız? Söylediğim şarkıyı merak etmiyor musunuz? Sizin gibi birçok çocuk getirip, götürüyorum. Her defasında bu şarkıyı söylüyorum. Bugüne kadar bu sınırlardan yüzlercesini geçirdim” diye söylendi.
Arkadaki çocuklardan Pakistanlı Ghadir, isimli bir çocuk “neymiş bu şarkının anlamı” diye sordu.
İbrahim şarkının adının “گریه کن” (Ağla) olduğunu söyledi ve onlara sözlerinin çevirisini yaptı;
Bahar diyordun, söyle güz mü geldi?
Siyaha çaldı kalbim beyazdan
Sıcağı beklerdim ellerini tutarken
Nasıl da üşüdüm, nasıl da bu ayazdan
Anlamak zor geliyor bazen
Bu kalp bir kör kuyu
Düştükçe batıyor ya insan
Bazen görmezden geliyordum içimde korkuyu
Söküp al benden alabiliyorsan
Hani sonsuzdu sevgi?
Ağla, ağla bu gözler sana son defa bakarken
İnan yüzünde duruyor bir elveda
Uyansam bu kabustan değişir mi söyle dünya?
Kalbim anla, anla ve ağla yeniden…
İbrahim’in söylediği şarkının çevirisi, onun gibi biri için bile fazla anlamlıydı. Gerçekten yola çıkan ve yolda kalan çocukların hislerini de anlatıyordu. Şahin, o sözleri açıklarken, Adnan’ın son anlarını hatırladı. Kar yağışını izlemiş, gökyüzüne bakmıştı.
Bir süre sonra arabada yeniden sessizlik oldu. Hoy şehrinde bir köye geldiler. Arabaları orada bir eve bıraktılar. Belinde silah olan adamlardan biri çocuklara Farsça bir şeyler söyledi, ancak kimse ne söylediğini anlamadı. Çevirmesi yine İbrahim’e düşmüştü.
“Şanslısınız, sizi yürütmeyeceğiz. Sınırı kamyon kasasında geçeceksiniz. Konforlu bir geçiş olacak” dedi.
On dakika sonra bir kamyon yanaştı. Arka kasası kapalıydı. İçerisine hepsi birden doluştu. Kamyonun en arka kısmına yerleştiler. Onların önüne ise kasalarla kapatıldı. Kasaların içerisinde ne olduğunu bilmiyorlardı. Daha sonra kamyonun kasasının kilitlendiğini fark ettiler.
Kamyon Türkiye’ye mi gidiyordu, yoksa başka yere mi kimse bilmiyordu. Kasayı kilitlemeleri herkesi korkuttu.
Ghadir, “Bu adamlar bizi günlerce alıkoydu. Hiç para da konuşmadılar. Pakistan sınırını geçen çocukları köylüler haber veriyor ve bunlardan biri gidip oralarda dolaşıp, yolda denk gelen çocuğu alıp, avlıyor. Bence bunlar bizi satacak. İlk fırsatta hepimiz bunların elinden kaçmalıyız” diye konuştu.
Şahin, sınırı geçtikten sonra yaşadıklarını anımsadı. O esnada acılıydı ve olan biteni doğru analiz edecek durumu yoktu. Ghadir’in dedikleri ona mantıklı geldi. İbrahim’e biri haber vermiş olmalıydı, yoksa ona denk gelmesi mümkün değildi. Ayrıca Bandar Abbas’tan beri kendilerine eşlik eden adamların silahlı olması ve hiç konuşmamaları şüphe çekiciydi. İsimlerini bile bilmiyordu. İbrahim sadece onların kullandığı bir maşaydı. Onun da adı dışında bir şey bilmiyorlardı. Eğer Adnan, yaşıyor olsaydı. Farsça biliyordu ve ne dümenler döndüğünü anlayabilirdi.
Şahin, diğer çocuklara “Ghadir haklı olabilir” dedi ve başından geçenleri anlattı. Çocuklardan biri, “Eğer kaçmaya kalkışırsak, bizi öldürürler, ben İran’a geçmeden önce bir arkadaşım beni organ mafyasına karşı uyarmıştı” dedi.
Ghadir, “Ne mafyası bunlar bilmiyorum ama bu adamların niyeti bozuk. Planlı bir şekilde ilk fırsatta bunların elinden kaçmalıyız” diye tekrar etti.
Herkes tedirgin olmuştu. Kilitli bir kamyon kasasında nereye gittiklerinden habersizlerdi. Kamyonun köşesinde oturan Bangladeşli biri, “ belki de kaçacak zamanımız yoktur. Bizi bir kamyona koyup, kapısını kilitlediler. Ayrıca ben sınırı arabayla daha önce hiç geçmedim, bu size de tuhaf gelmiyor mu” diye konuştu.
Bir yandan bağırıp-çığlık atmak, kapıyı tekmelemek işitiyorlardı, diğer yandan da korkuyorlardı.
Şahin, “şimdi bence bunları düşünmeyelim, kapının açılmasını bekleyelim. Sonrasında neyle karşılaşırsak, ona göre bir plan yaparız. Fakat en sağlıklısı hiç bir şeyden şüphe etmemiş gibi davranmak” dedi.
Saatler ilerledikçe ilerlemiş, kamyonun kasası bir türlü açılmamıştı. Kamyon birkaç yerde durmuştu, ancak onlar dışarıdan gelen sesleri, neden durduklarını anlamamışlardı. Her defasında sessizce kapının açılmasını beklediler, kapı bir türlü açılmadı.
Kendi aralarında bir planlama yaptılar, kasada on dört çocuk vardı. Dört kişi uyanık duracak, diğerleri uyuyacaktı. Eğer şüpheli bir durum olursa, uyanık olanlar diğerlerini de kaldıracaktı.
Bekledikleri an gelmişti. Kamyon durmuş, kasanın kilidi açılmıştı. Kasanın açılacağını anlayınca son kez birbirlerini her şey normal gibi davranılması konusunda uyardılar. İbrahim, ve silahlı adamlardan biri kapının önünde duruyordu.
“Hadi inin, tuvaleti gelen yapsın, size su ve yiyecek bir şeylerde alır veririz. Oyalanmak yok. Türkiye’ye çoktan girdik ve İstanbul’a doğru yola çıktık” dedi.
Bir dinlenme tesisine gelmişlerdi. Issız , salaş bir yerdi. Sırayla tuvalete girdiler. Etrafa bakındılar, gerçekten de yazılar ve etrafta konuşulan insanların tipleri, dilleri değişikti. İran sınırını geçmiş, Türkiye’ye gelmişlerdi. Duruma hem sevindiler, hem de korkuları arttı.
İbrahim, çocukları tekrar çağırdı. Kamyonun arkasında sıralanan kasaların biri çocukların sığacağı şekilde çekilmişti. İbrahim çocuklardan arkada açılan o kısımdan tekrar aynı şekilde yerlerine geçmelerini istedi. Elinde poşetler vardı. Birinde su, diğerinde sandviçler olan poşetleri çocuklardan birine uzattı. “İçerisini kirletmeyin” diye de uyardı.
Birinin tekrar kasaya binmesiyle hepsi bindi. Kamyon kasası tekrar kilitlendi. Birbirlerine baktılar, poşetleri İbrahim’den alan çocuk sandviçleri çıkarıp, dağıtmaya başladı. Birden Ghadir’in kasada olmadığını fark ettiler. Ghadir kaçmıştı.
Arzu Yıldız’ın kaleme aldığı yazıya link üzerinden ulaşabilirsiniz.
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***