YORUM | Dr. YÜKSEL ÇAYIROĞLU
Mahruti bir nazarla Kur’ân ve Sünnet’in vaz ettiği hükümlere bakıldığında ve bunlar tümevarım yoluyla incelendiğinde, dinî hükümlerin nihai gayesinin kulların maslahatlarını gerçekleştirmek, yani onlar için yararlı neticelerin elde edilmesini, zararlı olanların ise izale edilmesini sağlamak olduğu anlaşılır. Cüveynî’den Gazzâlî’ye, İzz b. Abdisselâm’dan Karâfî’ye, Şâtıbî’den Tâhir b. Âşur’a kadar makasıd ilminde fikir beyan eden pek çok İslâm âlimi bu konuya dikkat çeker. Ulema, dinin gerçekleştirmeyi hedeflediği maslahatları da (menfaat ve yararları) önem derecesine göre zaruriyyât, haciyât ve tahsiniyyat olmak üzere üçe ayırır.
Zaruriyyat, dinî hükümlerin gerçekleştirmeyi hedeflediği en üst düzeydeki vazgeçilmez yararları ifade eder ve beş başlık altında ele alınır: Dinin korunması, canın korunması, aklın korunması, neslin/ırzın korunması ve malın korunması. Bunlara zaruriyyat-ı hamse (beş temel ilke) veya makasıd-ı hamse (beş temel maksat) denir. Çünkü insanın yeryüzünde varlığını sürdürebilmesi, insanca bir hayat yaşayabilmesi ve toplumun dirlik ve düzenliğini koruyabilmesi bu beş temel değerin korunmasına bağlıdır. Bu sebeple ne fertlerin ne de devletin bunlara dokunması mümkün değildir. Bu beş küllî ilke, hem iktidarı sınırlar hem de kamu otoritesinin sınırları çizer. Bu sınırların ötesine kim geçerse geçsin, İslâm hukuku açısından gayrimeşru alanda dolaşıyor ve haram işliyor demektir.
Zaruriyyat-ı hamse etrafında yapılan açıklamalara bakıldığında, bunların, insan hakları çerçevesinde ele alınan temel hak ve özgürlükleri büyük oranda kapsadığı görülür. Bu sebeple pekâlâ İslâmî hükümlerin öncelikli hedefinin insan haklarını korumak olduğu söylenebilir. Zaruriyyat-ı hamseyi insan hakları açısından tek tek ele almaya çalışalım:
a) Dinin Korunması (Din ve Vicdan Özgürlüğü)
Tarihî tecrübelerin de şahit ettiği üzere din, insan ve toplum için temel bir ihtiyaçtır. İnsanlık, hiçbir dönemde dinsiz yaşamamıştır. Semavî vahiyle tanışma imkânı bulamayan toplumlar dahi hayatlarını dinsiz geçirmemiş; taşlara, ağaçlara, gök cisimlerine, hayvanlara vs. tapmışlardır. Çünkü aşkın ve yüce bir ilaha inanmak, kulluk etmek ve ondan yardım talep etmek hem vicdanın sesi soluğudur hem de fıtrî bir ihtiyaçtır.
Ayrıca nihayetsiz arzu ve emellere sahip olan insan, fıtratı itibarıyla ebediyeti arzular, bâkî bir hayata ihtiyaç duyar. Tıpkı maddî ihtiyaçları ve nefsî arzuları gibi, insanın bir de manevî ve ruhî ihtiyaçları vardır. Din dışında hiçbir felsefe ve ideolojinin bunları tatmin etmesi mümkün değildir. Dahası, insanın yaratılış hakikatiyle ilgili sorularına tatminkâr cevaplar bulması, hayatını anlamlandırması, Yaratıcısını tanıması dine bağlıdır. Din olmadan bu arzu ve ihtiyaçların gerçekleştirilmesi çok zordur.
Bütün bunların yanında, insanlar arası ilişkilerin ahenk ve düzeninin temin edilmesinde, Allah korkusunun ve ahiret inancının dünyevi müeyyidelere nispeten çok daha güçlü bir motivasyon kaynağı olduğunun altını çizmek gerekir.
İşte bu sebepledir ki bireylerin hür iradeleriyle istedikleri dini seçebilmeleri, hiçbir engelle karşılaşmaksızın seçtikleri dinin inanç, hüküm ve ritüellerini öğrenebilmeleri, inandıkları dinin gereklerini herhangi bir baskı ve zorlamayla karşılaşmaksızın rahatça yerine getirebilmeleri ve hatta müntesibi oldukları dinlerini başkalarına da anlatabilmeleri onların en temel hak ve özgürlükleri arasındadır. İnsanları herhangi bir dine sokmaya veya girdikleri dinin emirlerini yerine getirmeye zorlama insan iradesine ve hürriyetine yapılmış ciddi bir saygısızlık olduğu gibi, herhangi bir dine mensup olan bireyi, inandığı dini yaşamaktan alıkoyma da ağır bir insan hakkı ihlâlidir.
Kur’ân, “Dinde zorlama yoktur.” (Bakara sûresi, 2/256) buyurarak bu konudaki tavrını net olarak ortaya koyar. Bu âyetin iniş sebebiyle ilgili şöyle bir hâdise anlatılır: Medine’de yaşayan Araplar farklı maksatlarla çocuklarını Yahudi ailelerine verirlerdi. Bu çocukların bir kısmı tekrar ailelerinin yanına döner, diğer bir kısmı ise Yahudilerle birlikte kalır ve onların dinini benimserdi. Çocukları Yahudilik dinini benimseyen Araplar Müslüman olunca, zorla çocuklarını kendi dinlerine sokmaya çalışmışlardı. Fakat nazil olan âyet onları bundan menetmiş ve Müslüman olup olmamayı çocuklarının kendi iradelerine bırakmıştır. Taberî, âyetin sebeb-i nüzulü olarak daha başka olaylardan da bahseder. Fakat bunların hepsi yukarıda naklettiğimiz hâdiseye yakındır. (Taberî, el-Câmiu’l-beyân, 5/407-412) Sebeb-i nüzul olarak gösterilen bu hâdise, bir taraftan âyetin hükmünü nasıl anlamamız gerektiği noktasında bize ışık tutarken, diğer taraftan İslâm’ın cebir ve ikrah konusundaki yasağını vurgular.
Zorlamayı kesin bir üslupla yasaklayan bu âyetin yanı sıra daha pek çok âyet-i kerimede ısrarla din ve vicdan hürriyeti üzerinde durulur ve iman edip etmeme tamamen bireysel tercihe bırakılır. Doğrudan Allah Resûlü’ne hitap eden ve onun şahsında bütün mü’minlere ders veren şu âyetler, İslâm’ın din ve vicdan hürriyetine ne kadar değer verdiğini açıkça gösterir:
“Sen, onlara karşı zor kullanacak ve baskı kuracak değilsin.” (Gâşiye sûresi, 88/22)
“Sen onları kuvvet kullanarak imana getirecek bir zorba değilsin.” (Kâf sûresi, 50/45)
“Şayet onlar, sırt çevirecek olurlarsa, artık Biz seni onların üzerine bir gözetleyici olarak göndermiş değiliz. Sana düşen, yalnızca tebliğdir.” (Şûrâ sûresi, 42/48)
“Onları hak yola getirmek senin görevin değil, lâkin Allah dilediğini doğru yola getirir.” (Bakara sûresi, 2/272)
“Senin görevin sadece tebliğ etmektir, hesap görmek ise Bize aittir.” (Ra’d sûresi, 13/40)
“Eğer Senin Rabbin dileseydi, dünyada ne kadar insan varsa hepsi imana gelirdi. Ama bunu irade etmedi. Şimdi sen mi imana gelsinler diye insanları zorlayacaksın?” (Yunus sûresi, 10//99)
Kur’ân’da anlatılan peygamber kıssalarına bakıldığında, hiçbir peygamberin ne insanları kendi dinlerine sokmak ne de sahip oldukları inançlarını terk ettirmek için şiddet ve zorbalığa başvurdukları açıkça görülür. Çünkü ne onların ne de onlara tâbi olan inananların böyle bir vazife ve sorumlulukları vardır. Onlara düşen sadece tebliğ ve inzardır (uyarmak ve korkutmaktır). İnanıp inanmama ise şahısların iradelerine bırakılmıştır. İslâm’a göre hiç kimse bir başkasının günahını yüklenmez. (En’âm sûresi, 6/164) Doğru yola girenin (hidayete erenin) faydası kendine olduğu gibi, inkâr eden ve sapıtanın zararı da kendinedir. (Yunus sûresi, 10/108)
Elbette mü’minler sahip oldukları iman ve şefkatin kuvvetine göre inançsız insanların hâli karşısında acı ve ızdırap duyarlar. Fakat ikna, delil, güzel öğüt ve hikmetle onlara hak ve hakikati anlatmanın ötesinde ikrah ve zorlama kapsamına girecek hiçbir fiile tevessül etmezler, edemezler. Zira dinleri onları bundan meneder.
Ne var ki aynı şeyleri, putperestliği (şirk ve küfrü) yaşayan peygamber kavimleri için söyleyemeyiz. Özellikle toplumun önde gelenleri (mele, mütrefin) peygamber davetinin önüne geçebilmek için her tür baskı ve zorbalığa başvurmuşlardır. “Rabbim diyen bir insanı mı öldüreceksiniz?” (Mü’min sûresi, 40/28) “Tamamen haksız yere sırf ‘Rabbimiz Allah’tır’ dediklerinden ötürü yurtlarından kovulmuşlardı.” (Hac sûresi, 22/40) “Resullullah’ı ve sizi sırf Rabbimiz olan Allah’a inandığınız için vatanınızdan kovuyorlar.” (Mümtehine sûresi, 60/1) “Ellerinden gelirse sizleri dininizden döndürünceye kadar sizinle savaşırlar.” (Bakara sûresi, 2/217) gibi âyetlere bakıldığında, din ve vicdan hürriyeti önündeki asıl tehdidin, insanların hür iradeleriyle inanmasını engelleyen zorbalar olduğu daha rahat anlaşılır.
Peygamber Efendimiz’in (s.a.s.) ve ondan önce yaşamış diğer nebilerin tek vazifesi, insanları hak dine çağırmak olmuştur. Bu çağrıyı da hikmetle ve güzel öğütle yapmışlardır. (Bkz. Nahl sûresi, 16/25) Ne zayıf oldukları, ne de güç ve imkân elde ettikleri dönemde kimseyi kendi dinlerini kabul etmeye zorlamamışlardır. Çağrılarına olumlu cevap vermeyen insanların taptıkları put ve totemlere hakaret ve küfür etmemiş, onların kutsallarına saldırmamışlardır. Zaten Kur’ân açıkça mü’minleri bundan nehyeder. (Bkz. En’âm sûresi, 6/108) Fakat kâfir ve müşrikler için aynı sözleri söylemek zordur. Zira onlar, peygamberleri ve onlara inananları yürüdükleri yoldan çevirmek için baskı ve şiddete tevessül etme, işkence yapma, savaş açma, tuzak kurma, ülkeden kovma, öldürme dahil ellerinden geleni arkaya koymamışlardır.
Günümüzde baskı ve zorlama, bazılarınca dinlerin bir özelliği gibi algılanıyor ve bu şekilde anlatılıyor. Fakat bilinenin aksine dinler, tarih boyunca -taassup ve yobazlığa yenik düşmedikleri sürece- hep temel hak ve özgürlüklerin kaynağı ve koruyucusu olagelmişlerdir. Toplumdaki her tür baskı ve zorlamayı kaldırarak insanlara hür iradeleriyle seçim yapabilecekleri uygun bir ortam hazırlamak, dinlerin aslî ve öncelikli hedeflerinden biri olmuştur. Zira insanı diğer canlılardan ayıran en mümeyyiz vasfı, onun akıl ve irade sahibi bir varlık olmasıdır. İnanç ve din, hür tercihe dayandığı, ihlas ve samimiyetle yaşandığı takdirde kıymet ifade eder. Farklı farklı baskı, şiddet ve zorlamaların söz konusu olduğu bir toplumda akıl ve irade önemini yitirir, dolayısıyla samimi Müslümanlıktan da bahsedilemez. Bu ise hem insana hem de dine karşı büyük bir saygısızlıktır.
b) Canın Korunması
İnsana fevkalâde değer veren İslâm, onun en temel haklarından biri olan hayat hakkını garanti altına alabilmek için oldukça ağır ve detaylı düzenlemeler getirmiştir. Öyle ki yaşam hakkının en fazla ihlâl edildiği savaşları bile belirli kural ve kaidelere bağlamıştır. Yaşama hakkının yanı sıra güvenlik hakkı, vücut bütünlüğünün korunması, özel hayatın gizliliği, mesken dokunulmazlığı, zulme karşı direnme hakkı gibi pek çok hak ve özgürlük de “canın korunması” kapsamında değerlendirilebilir.
Kur’ân’ın konuyla ilgili getirmiş olduğu şu hüküm, bu konuda fazla söze ihtiyaç bırakmaz: “Kim katil olmayan ve yeryüzünde fesat çıkarmayan bir kişiyi öldürürse sanki bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de bir insanın hayatını kurtarırsa sanki bütün insanların hayatını kurtarmış olur.” (Mâide sûresi, 5/32) Cenâb-ı Hak, burada herhangi bir din ve millet ayrımı yapmaksızın bir cana kıyan insanın, bütün insanları öldürmüş gibi ağır bir vebal altında kalacağını ifade eder. İnsan hayatının dokunulmazlığını ve kutsallığını vurgulaması bakımından bundan daha mükemmel bir beyan olabilir mi!
Şu âyet-i kerimede ise cana kıymanın cezası olarak ebedî Cehennem gösterilir: “Kim bir mü’mini kasden öldürürse onun cezası, içinde ebedî kalmak üzere gireceği cehennemdir. Allah ona gazap etmiş, onu lânetlemiş ve onun için büyük bir azap hazırlamıştır.” (Nisâ sûresi, 4/93) Her ne kadar bu âyetin hükmü daha başka âyetlerin hükmüyle birlikte değerlendirilerek ve yoruma tâbi tutularak yumuşatılmış ise de âyetin zahiri anlamının ifade ettiği şiddetli tehdit, caydırma ve korkutma gözden uzak tutulmamalıdır. İslâm’da konuyla ilgili başka hiçbir hüküm bulunmasaydı bile, insan öldürmekle ilgili bu iki âyetin ifade ettiği güçlü vurgu, din nazarında canın ne kadar kıymetli ve hürmetli olduğunu ifade etme adına yeterdi.
Hadis-i şeriflerde de âyetlerin hükmünü destekler nitelikte insan hayatının ne derece önemli olduğu vurgulu ifadelerle ortaya konulmuştur. Mesela Allah Resûlü (s.a.s), bir hadislerinde, insan öldürmenin nasıl büyük bir cürüm olduğunu şu benzetmeyle anlatır: “Allah katında, dünyanın yok olması bile, mü’min bir insanın öldürülmesinden daha önemsiz ve basit kalır.” (Tirmizî, Diyât 7) Diğer bir rivayet şu şekildedir: “Şayet gök ve yer ehli bir araya gelerek Müslüman bir kimseyi öldürseler, Allah’ın azabı onların hepsini kuşatır.” (Beyhaki, es-Sünenü’l-kübra, 16/153)
Hayat hakkı ve canın hürmeti açısından Müslüman ile gayrimüslim arasında bir fark yoktur. Müslümanın canına kıymayı yasaklayan yukarıdaki hadislerin yanında, zımmi veya muahid olarak isimlendirilen gayrimüslimler için de aynı yasaklar varit olmuştur. Mesela Buhari’de geçen bir hadiste Allah Resûlü şöyle buyurur: “Kim bir muahidi (aramızda sulh bulunan bir gayrimüslimi) öldürürse Cennet’in kokusunu duyamaz. Halbuki onun kokusu kırk yıllık mesafeden dahi duyulur.” (Buhari, Cizye 5) Bazı rivayetlerde Cenab-ı Hakk’ın ona Cennet’i haram kılacağı bildirilmiş (Ebu Dâvud, Cihad 165), bazı rivayetlerde de “muahid” yerine “ehl-i zimme” ifadesine yer verilmiştir (Nesaî, Kasame 13).
İslâm’da kasten işlenen katil suçunun cezası olarak kısasın emredilmesi de insan canına verilen kıymet ve değerin büyüklüğünü gösterir. Zira, insan hayatı Allah katında o kadar değerlidir ki, kısas dışında buna verilecek her tür ceza hafif kalır. Cana kıyan kimse bunu ancak kendi canıyla ödeyebilir. Zaten kısas da kelime manası itibarıyla denklik ve eşitlik demektir. İslâm’a göre suç-ceza dengesi ancak bu şekilde sağlanabilir, hak ve adalet ancak bu şekilde yerine gelebilir. Cinayetlerin önüne geçmenin en caydırıcı yolu da budur. Çünkü insanlar, neticesinde kendi canlarına mâl olacak bir cinayet işlemeye kolaylıkla cesaret edemezler. İşte “Sizin için kısasta hayat vardır” (Bakara sûresi, 2/179) âyetinin pek çok hikmetlerinden biri budur.
Şunu da belirtmek gerekir ki kısas cezası sadece kasten öldürmelerde uygulanır. Kaldı ki o da öldürülen kimsenin velisinin talebiyle diyet ödemeye dönüşebilir. Hata ile öldürmenin maddi cezası ise kısas değil, diyettir. Veliler talep etmediği takdirde o da düşebilir.
Değil bir insanın canına kıymak, İslâm, bir insana eziyet ve acı verici olan bunun çok berisindeki fiilleri dahi haram kılmıştır. Mesela Allah Resûlü bir hadislerinde bir insana karşı silah doğrultulmasını yasaklarken (Müslim, Birr 126), başka bir hadislerinde ise bir Müslümanın başka bir Müslümanı korkutmasının helal olmadığını ifade buyurmuştur. (Ebû Dâvud, Edeb 92)
Aynı şekilde Hucurat sûresinde insanları alaya almanın, ayıplamanın, karalamanın, kötü lakaplar takmanın, başkaları hakkında suizanda bulunmanın (kötü düşünmenin), kusur ve ayıpları araştırmanın (tecessüsün), gıybet etmenin haram kılınması da insan onuruna ne kadar değer verildiğini gösterir. (Hucurât sûresi, 49/11-12) Peygamber Efendimiz’in mü’mini, elinden ve dilinden başkalarının zarar görmediği kimse şeklinde tarif etmesi de çok manidardır. (Buharî, İman 3) İslâm’ın, başkalarını incitecek ve rencide edecek her tür kötü davranıştan uzak kalınmasını emretmesi, insana ne kadar çok değer verdiğini gösteren ayrı bir husustur.
Nebiyy-i Ekrem, “Bir kimsenin, Müslüman kardeşini hor ve hakir görmesi kötülük olarak ona yeter.” (Müslim, Birr 32) buyurmak suretiyle, fiiliyata yansımayan bazı düşüncelerin bile mahzurlu olduğunu ifade etmiştir. Esasında başkalarına değer vermeyen ve onları hafife alan bir kimseden onların kişilik haklarına saygılı davranması da beklenemez.
(Devam edecek…)
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***