Murat Belge, K24’te yayımlanan yazısında yıllar önce yaptığı bir Tanzanya ziyaretinde ilk defa karşısına çıkan bir isim olan Abdulrazak Gurnah’ı ve kendisinde iz bırakan Terkediş isimli kitabı üzerine yazdı:
Yıllar önce yolum Tanzanya’ya düşmüştü. Tanzanya’nın “Tan” kısmı eski “Tanganyika”; “Zan” kısmı ise “Zanzibar”. Bu, bizim “Zengibar” olarak bildiğimiz adanın adının “Frenkçe” söylenişi. Vaktiyle Araplar “Zencibir” diye söylermiş.
Zengibar’da turistik anmalık bir şeyler satan bir dükkâna girdim. Sevmediğim turistik öteberinin arasında beklenmedik bir şey, bir kitap gördüm. Ciddi bir kitap, Desertion adında, roman olduğu belli bir kitap. Yazarının adı Abdulrazak Gurnah – hiç duymadığım bir ad.
Ben kitabı elimde evirip çevirirken bizim gruptan bir arkadaş (Levent Yılmaz) yaklaştı. Kitabı elimde görünce yazarı tanıdı ve “İyi yazardır. Bence al” dedi. Onun sözünü tuttum ve Desertion’ı aldım.
Zengibar zamanında Umman Sultanlığı’nın egemenliğinde kalmış ve Müslüman olmuş, yerli halkı siyah bir adalar topluluğu. Büyükçe adalar Zengibar ile Pemba, ama daha küçük birkaç tane daha var. Buraya gelen ilk Avrupalılar Hindistan’a yol arayan Portekizliler (yani Vasco da Gama). Daha yakın zamanlarda Almanlar da bir süre egemen olmuş, sonra Britanya’nın eline geçmiş ve altmışlı yıllarda bağımsızlığını Britanya’dan koparak kazanmış. Epey cehennemî bir şekilde yaşandığı anlaşılan bir “Sosyalizm” dönemi var. Bir tarihte siyahlar Araplar’ı kovalamış, bir zamanlar Hindistan’dan göç almış, ilginç bir tarihi olan bir yer. Başkenti en büyük adada, Stone Town, yani “Taşkent”. İki gece kaldım ve çok sevdim.
Hemen okumaya başladım mı kitabı, şimdi hatırlamıyorum. Muhtemelen hemen değil, buraya döndükten epey sonra. Kim olduğunu açıklamayan, “her şeyi bilen” sıfatıyla andığımız türden olduğu anlaşılan bir anlatıcı var. Sakin, nesnel ama dikkatli bir tonla olanları anlatıyor. Acelesi yok. Özellikle kişiler söz konusu olduğunda acele etmiyor, gerekli ayrıntıları veriyor.
Özellikle Asya ve Afrika yazarlarında Bin Bir Gece Masalları’nın derin bir etkisi olduğunu düşünüyorum– özellikle bu rahat anlatım tarzı düzeyinde.
Terkediş’e Hasanali’nin evinde ve sabahında başlıyoruz. Sabah karanlığı, yaralı ya da hasta bir “ecnebi” onun evinin yakınlarında yere yığılıyor, Hasanali de onu evine alıp bakımını üstleniyor. Böylece küçük çapta bir “esrar”la başlıyoruz: Kimdir, niçin buradadır, başına ne gelmiştir?
Hasanali’nin evinde hasta ve yaralı adam iyileşir. Martin Pearce adında bir İngiliz gezgin olduğu, Afrikalı kılavuzları tarafından bu hale getirildiği anlaşılır. Ama bu olaylar zaten bu İngiliz’i Hasanali’nin evine getirmek için seferber edilmiş “romancı trükleri”dir. Bu evde ev sahibinin kız kardeşi Rehana (Rihanna da olabilirdi) ile karşılaşır, tanışır ve birbirlerine âşık olurlar.
Martin Pearce kolonyalist falan olmayan, “iyi” bir İngiliz’dir. Bunu en iyi anlatan üç İngiliz’in oturup Zengibar’ı ve Afrika’yı konuştuğu sohbet sahnesidir. Bu üç kişiden biri, Burton, tam bir Irkçı emperyalisttir. Britanya İmparatorluğu topraklarında yaşayan bütün yerli nüfuslardan nefret eder. Sonuna kadar aşağılar. Kötülük simgesi gibi bir adamdır. Öteki, Frederick, liberal emperyalisttir. Bu insanları küçümsemeyi doğru bulmaz, bu nedenle Burton’a da kızar. Ama emperyalizm hakkında düşüncelerine gelince, bundan uzun boylu tedirgin olmadığını görürüz. Sömürgeleşmiş bölgeler, ülkeler zaten kendilerini yönetecek yeteneğe sahip olmayan insanların yaşadığı yerlerdir, ama bu insanlara Burton’ın baktığı gibi bakmak yanlıştır, hoş tutmak ve medenileşmelerine yardımcı olmak gerekir.
Martin ise buralarda değildir. O, Avrupalılar’ın kaba güçleri sonucu burada olduklarını, gelecekte bir zaman yaptıkları haksızlıkları ve zulmü kendilerinin de anlayacağını düşünür.
Bir yandan Rehana ile aşk yürür. Bu iki kişinin Zengibar’da birlikte yaşamalarının güçlükleri vardır. Martin, Kenya’da Mombasa’ya gider. Bir süre sonra Rehana da onu izler ve böylece birlikte yaşamaya başlarlar. Bu, Rehana açısından bir “terkediş”tir (Zengibar’ı). Ama asıl “terkediş” bu değildir. Bu ikisi birlikte yaşarlarken, Martin Pearce günün birinde, “Benim buralarda ne işim var?” duygusuna kapılır. Kapılınca da durmaz, Rehana’yı orada bırakıp memleketine döner. Asıl terkediş budur. Roman aralarında bir iletişimin devam ettiğini de söylemez.
Martin Pearce böylece medeniyetine dönmüş olur. Beyaz adamın Afrika’ya verip vereceği bu kadardır. Ama burada kitabın ikinci bölümü başlar. Zaman geçmiştir. Ellilere, altmışlara gelmişizdir. Ama mekân aynıdır: Stone Town. Burada birbirini seven iki genci tanırız: Amin ile Cemile. Evlenecekler, ama evlenemezler. Niçin? Amin’in ailesi buna karşıdır da ondan. Oğullarına her türlü manevi şantaj uygulayarak Cemile ile evlenmesine engel olurlar. Peki, bu nefretlerinin nedeni nedir? Cemile’nin kendisiyle ilgili bir şey değildir. Cemile, Rehana’nın torunudur. Rehana’nın Pearce’dan bir kızı da olmuştur (bu da Pearce’ı ilgilendirmez). Rehana, bakacak durumda olmadığı için, onu Hasanali’nin yanına verir. Bu kız, yani Esma büyüyünce bir İskoçyalı ile ilişkisi olur ve bundan da Cemile doğar. Besbelli ki Rehana’nın soyunda bir kötü tohum var. Ahlakı yerinde bir Müslüman kızın yapacağı şeyleri yapmıyor bu kadınlar. Bu kötü tohumun Cemile’ye de geçmiş olmaması düşünülemez. O halde çocuğu, oğlumuzu (Amin) korumalı, yeni ahlaksızlıklara meydan vermemeliyiz. Onların çabaları ikinci büyük “terkediş”i gerçekleştirir ve Amin sevmeye devam ettiği Cemile’yi terk eder.
İngiliz Martin’in davranışı çok kötü. “Eh, elin emperyalistinden ne beklenir?” diyebilirsiniz. Eski sömürge ülkelerinde yetişmiş yazarların büyük çoğunluğu da zaten bunu söylüyor. Anlaşılır, hak verilir nedenlerle… Ama sonuçta onların bakışı da tek-yanlı ve “kolektif suçlama” niteliğinde. Gurnah’ın bir önemli farkının burada olduğunu söyleyebiliriz. Öncelikle “kabahatliyi bulmak” peşinde değil. Önce olanı anlamak derdinde. Ona övgü, buna yergi değil, olacaksa övgünün de, yerginin de gitmesi gereken yere gitmesini sağlamaya çalışıyor.
Böyle bir hikâye Zengibar tarihinde de olmuş. Bir prenses olan Salme bir Alman’la sevişip evlendiği için bir daha adaya dönmesine izin verilmemiş. Onun da çok acı bir hikâyesi var.
Bitirince Gurnah’ın romanını sevdim. Bundan sonra, Avrupa’da, Büyük Britanya’da kitapçıya gidince roman “seksiyonu”nun “G” harfine bakmayı iş edindim ve beş altı Gurnah topladım (Bir de “K”ya bakıyordum, henüz Nobel almamış Kazuo İşiguro’dan yeni bir şey var mı, diye).
Bir de Orhan Pamuk’u sayarsak, burnumda “Nobel” kokusu alan bir özel kanal mı var, diye düşünmeye başladım.
Anladığınız gibi, bu yılın Nobel seçmesinden çok hoşnut kaldım. Bazı yıllar “Bu da nereden çıktı?” dedirtecek seçimler yaptıkları olabiliyor, ama bu yıl “olması gereken oldu” diyebilirim.
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***