Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

Hücrede bir kadın hakim*

Hücrede bir kadın hakim*


YORUM | NEVİN ERDEM 

“Eyvah çok geciktim. Nasıl yetişeceğim şimdi? Daha çocukların kahvaltısı var! Hem çocukları hem kendimi hazırlayıp, hemen adliyeye geçmeliyim. Yine duruşma, yine dünya kadar dosya var.”

Ne çok gülüyorum o hallerime. Buraya geldiğim ilk zamanlarda “İşe geç kaldım!” telaşıyla kaç kez yataktan fırladım. Her defasında, o kalkış hızına eş bir hızla tekrar yatağa atardım kendimi. Yine aynı kabusa uyandığımı fark eder, hıçkırık nöbetlerine tutulurdum.

Hücreye alışmam zor oldu. “Alışmak” derken, depremde evi, işyeri, kısaca hayatı yıkılan bir insanın olayı kabullenişine benzetebilirsiniz belki. Ama çok daha kötü. Zira benim onuruma da ağır bir saldırı yapıldı.

Hatırlamak bile içimi acıtıyor. Tutuklandıktan sonraki gelişim, ilk gelişim değildi bu cezaevine. Daha beş ay kadar önce şu an bir hücresinde tutulduğum cezaevine, infaz ve koruma memurlarına ‘infaz ve insan hakları’ konulu bir seminer vermek üzere gelmiştim. Cezaevinin müdürü ve idarecileri beni cezaevinin dış kapısında, ceketlerinin birer düğmeleri ilikli, yüzlerinde tebessümlerle, “Hoş geldiniz hakime hanım” diyerek karşılamışlardı. Aslında yapım gereği pek hazzetmiyorum bu tür seremonilerden. Ama hakimseniz, mesleğiniz gereği birçok yerde karşılaşabiliyorsunuz. Her defasında mahcubiyet hissi kalıyordu üzerimde. Şimdi o günlere gittiğimde ise, belli belirsiz acı bir tebessüm beliriyor dudaklarımda. Hemen ikinci gelişim aklıma geliyor. Cezaevinin girişinde beni teslim alan ve bana sanki teröristmişim gibi bakan asık suratlı, çatık kaşlı, buyurgan tavırlı gardiyanı hatırlıyorum.

“Gardiyan” diyorum bilerek. İnfaz ve Koruma memurları kendilerine “gardiyan” denilmesinden hoşlanmazlar. Önceden cezaevlerinde işlenmiş suçların sabıkalarıyla yüklü bir kelimedir gardiyan. Toplumda da Tatar Ramazan’daki “Gardiyan Zihni” tiplemesi gibi tiplemelerle oluşturulan bir gardiyan algısı var. İnfaz ve koruma memuru kavramı ise gardiyan kelimesinin yerine ikame edilen yeni bir kavramdır. İnsan haklarına saygılı, önyargısız, cezanın infazı ve mahpusun korunmasında görevli profesyonel cezaevi görevlilerini ifade eder. Benim cezaevi girişinde karşılaştığım kişi “gardiyan”dı, infaz ve koruma memuru değil. İlk ziyaretimde beni karşılayan cezaevi müdürünü ise, bugüne kadar hiç görmedim.

Bir hakim olarak, seminer için geldiğimde, cezaevinin girişinden çok da uzak olmayan bir salona gitmiştim. Salona giderken, bir-iki kapı vardı ama o kapıların açılıp kapandığını dahi hatırlamıyorum. Zira ben cezaevi müdürüyle birlikte yürürken, tüm kapılar bizim geçişimiz için önceden açılmıştı. Seminerde uzun uzun tutuklu ve hükümlülerin haklarını anlatmış, onlara insani bir şekilde davranmalarını, mahpusların haklarını asla ihlal etmemeleri gerektiğini ifade etmiştim.

İkinci gelişimde, yani mahpus olarak geldiğimde ise, girişten içeri girdikten sonra bir demir parmaklıklı kapının önüne geldik, gardiyan kapıyı açtı, biz geçince kapattı. Sonra başka bir demir parmaklıklı kapı, sonra bir başkası… Ne kadar çok kapı varmış bu cezaevinde! Ve ne kadar derinmiş burası böyle! Bu ikinci gelişimde, uzunluğu belli olmayan tek yönlü karanlık bir tünelde ilerliyormuş gibiydim.

Sonunda bir demir kapının önüne geldik. Bu demir sacdan yapılmış ağır bir kapıydı. Diğerleri gibi parmaklıklı değildi, arkasında ne olduğu gözükmüyordu. Sadece üst tarafında küçük parmaklıklı, dışarıdan açılıp kapanılan bir bölümü vardı. “İşte burası!” dediler. Kalacağım yermiş. İçeriye adım attığımda, 6-7 adım uzunluğunda 3-4 adım genişliğinde tek kişilik bir hücre olduğunu gördüm. “Burası hücre, beni buraya koyamazsınız” dedim. Çünkü yasa gereği hücreye ancak disiplin cezası almış ya da çok ağır suçlardan mahkum olmuş kişiler konulabilir. Tertemiz bir hayatı, başarılı bir kariyeri olan bir kadın hakim olarak hukuka aykırı bir şekilde tutuklandım tutuklanmasına da, hücreye koymak da ne demek? Gardiyanlardan birisi, benim hücreye konulmamın bakanlık emri olduğunu söyledi. İyi de bakanlık nasıl müdahale edebilir kimin nerede kalacağına? Bakanlığın yazısını bana da göstermelerini istedim. Ama göstermediler. Bu sadece hukuksuzluk değildi… Ahlaksızlıktı, vicdansızlıktı!

İtirazlarım sonuç vermedi. Beni tek başıma o küçük hücreye koydular. Ardımdan o ağır, metal kapıyı kapattılar ve gittiler. Hücrenin demir kapısı üstüme ilk defa kapatıldığında çıkan metal sesi hala aklımda. O ses, herkesten ve her şeyden tecrit edildiğimin son tesciliydi.

Nasıl olmuştu? Bir anda mahkeme kürsüsünden sanık sandalyesine nasıl oturtmuşlardı beni? Hangi ara vatan haini sayılmıştım?

Çıldırmamalıyım!

Bir süre hiçbir şey düşünmeden öylece ayakta kalakaldım. Suç, ceza, cezaevi, tutuklama, hücre, hakim olmak, adliye… Normalde bu kavramların her biri hakkında saatlerce akademik bir disiplinle düşüncelere dalabilirim ve konuşabilirim. Ama o ilk anlarda, kavramlar zihnimde adeta bir şimşek çakması gibi, bir görünüyor, bir kayboluyordu. İlk şoku atlatmak için zihninizi toparlamanız, mevcut durumunuzu tanımlamanız çok önemli. Zihnimi toparlamam kolay olmadı.

Üniversite birinci sınıfta ara tatil sonrası kaldığım yurda iki gün erken dönmüştüm. Tüm arkadaşlarımla aynı zamanda döneceğimi sanmıştım. 8 kişilik odada iki gün boyunca yalnız kalmıştım. Gece uyurken çok korkmuştum. Benim gibi erken dönen öğrenciler vardı ama onları tanımadığım için onlara katılmaya çekinmiştim. Korkudan mı, yalnızlıktan mı bilmem ağlamaya başladım. “Kızlar lütfen hadi gelin” deyip durdum içimden. O zamanlarda kimsenin cep telefonu yoktu. Bu yüzden onlardan haber alma imkanım da yoktu. Sanki bu yalnızlığım hiç bitmeyecekmiş gibi gelmişti bana. Yalnızlık duygusunun en doruk noktasında dolanırken, odaya hiç tanımadığım bir kız girdi. Benim gibi yalnız kaldığını söyledi ve beni odasına davet etti. Dünyalar benim olmuştu. Sevinçle eşyalarımı alıp o nazik insanın odasına geçmiştim. Oysa burada beni odasına çağırabilecek kimse yok. Yalnızlığımı giderecek kimsem yok… Üstelik yalnızlığım iki günde sona erecek bir yalnızlık da değil.

Beni koydukları hücre pisti. Hücrenin benden önceki sakinleri boşaltıldıktan sonra, hiçbir temizlik yapılmamıştı. Bulaşık yıkamak için ayrı bir lavabo yoktu. Tuvaletin lavabosunda bulaşıkları yıkamanız gerekiyordu. Küçücük bir yerdi zaten. Ama tuvaletinden, lavabolarına kadar her yer rezaletti. Kullanmadan önce her yeri ve her şeyi ayrıntılı bir şekilde temizledim.

Odada küçük bir pencere vardı, çıkamadığımız avluya bakan. Memurlardan biri, “Günde 1 saat havalandırman var, gelip seni havalandırmaya çıkaracağız” demişti. Ne kadar ağır ve tehlikeli bir suçluysam artık!

Bir sabah bir akşam demir kapının küçük mazgalını açıp içeriye bakarak sert bir şekilde adımı ve soyadımı söylüyorlar. Güya sayım yapıyorlar. Tek kişi benim. Neyi sayacaklar? Ölüp ölmediğimi kontrol ediyorlar işte. Hayır, bugün de ölmedim, diyorum. Ölmeyeceğim!

Gardiyanların adımı ve soyadımı sert bir şekilde söylemeleri ilk zamanlarda beni rencide ediyordu. Uzun yıllar bir kadın olarak hakimlik yapmışsanız ve hele hele benim gibi sürekli adliye lojmanlarında kalmışsanız, “Hakime Hanım” hitabına o kadar çok alışıyorsunuz ki, adeta adınız gibi üzerinize yapışıyor. Aslında gardiyanların adımı ve soyadımı söylemeleri değil, kaba üsluplarıydı beni rahatsız eden. Zira lojman komşularımın çocukları bana “Hakim Teyze” diye hitap ettiklerinde bile, “Bana lütfen Yasemin Teyze deyin, olur mu?” derdim. “Nerede hakimim, nerede değilim”i bilirim yani.

Aradan geçen yıllar, 24 saatimi geçirdiğim hücre, gardiyanların hoyrat davranışları, evraklarda adımın önünde tutuklu veya sanık yazılı olması yıllar önce bir kadın hakim olduğumu bana çoktan unutturmuştu.

İlk 6 ay çocuklarımı göremedim. Ailem tarafından getirilen hiçbir şey içeriye alınmadı. Tek kişilik hücremde tek başıma ölüp gitmekten korktum. Dışarıda neler olup bitiyordu? En çok çocuklarımı düşünüyordum. Oğlum iştahsız bir çocuktu. Her şeyi yemiyordu. İş yoğunluğum nedeniyle mutfakta çok az zaman geçirebildiğim için, ona kolay hazırlanabilen yemekler yapıyordum. Yine de en çok benim yaptığım yemekleri sevdiğini söylüyordu.

Beni üzmemek için söylemiyorlardı ama adım kadar eminim ki, ben cezaevine girdiğimden beri Caner okula aç gidiyordu. Çok hassas bir çocuk. Üzüntüden yemeden içmeden kesilmiş olmalıydı. Çocuklarım bir anda hem annelerini hem babalarını kaybettiler, yapayalnız kaldılar.  Kızım onu bıraktığımda kardeşinin küçük ablasıydı. Artık annesi olmak zorundaydı. Oysa bana her ikisinin de ihtiyacı vardı. Ya benim, benim onlara ihtiyacım yok muydu? Kokularını içime çekmeye, hallerinin iyi olduğunu görmeye… Hafta sonları nöbetçi hakim olduğum zamanlarda sık sık adliyeye gitmek zorunda kalırdım. Oğlumun ince dudakları üzüntüyle bükülüverir, kapının önünde durarak çıkışıma izin vermezdi. Ona “İyi birini yanlışlıkla cezaevine almışlar. Hemen gidip onu oradan çıkarmalarını söyleyeceğim” derdim. O zaman ikna olur ve kahraman annesine yolu açardı. İyi birinin cezaevinde olmasına tahammül edemezdi. Şimdi kendi annesinin burada oluşuna nasıl tahammül edebilirdi?

6 ay sonra çocuklarımı gördüğümde oğlum hiç konuşmuyordu. Eda ise beni çok merak ettiğini söylüyordu. Gözlerim oğlumun gözlerindeydi. Seni bırakmadım, seni bırakmam, diyordu gözlerim. Görüş süresi çabucak bitmişti. Tam ayrılacakları zaman boynuma öyle bir sarıldı ki, depremin en şiddetlisini yüreğimde yaşadım. Hıçkırıklara boğuluşunu unutamıyorum. Bana, “Anne seni de cezaevinden çıkaracak başka bir anne yok mu?” dedi. Cevap veremedim. Sadece, “Kavuşacağız” diyebildim. Eda daha 14 yaşındaydı ama sanki ben onun kızı, o benim annem gibi olmuştuk. Kardeşini alıp götürdüğü gibi beni de alıp götürseydi ya…

Ah, dile kolay beş yıl oldu. 14 yaşındaki kızım 19 yaşına giriyor. Oğlum 12 yaşında. Duvarlarla sürekli konuşmama rağmen bir kez dahi cevap alamadım ve bir yılın sonunda ben de suskunluğa gömüldüm. Ziyaretçim geldiğinde eskiden hiç susmazken artık yerime hücremdeki duvarlardan birini görüşe yolluyordum. Görüş saatleri genellikle çocuklarımın okul saatlerine denk geliyordu. Babaları çok uzak bir şehirde tutukluydu. Onu bir kere görebildiler. Sürekli birlikte olduğum, aynı adliyede beraber çalıştığım eşimi beş yıl göstermeyerek adeta tükenmemizi istediler. Tüketebildiler mi peki?

Görüşe neredeyse sadece ablam geliyordu. Halime acıdığını sürekli yeni bir konu bulmasından, beni konuşturma çabasına düşmesinden anlıyordum. Uzun bir süre koca cezaevi, yalnız ben varmışım, gibiydi. Çünkü memurların seslerinden başka ses duymadım. 6 ay sonra bana “lütfettikleri” görüş hakkımı kullandırdıklarında dahi görüş odasında benden başka kimse olmazdı. Sonradan, kimseyi görmeyeyim diye normal görüş günlerinden farklı günlerde görüşe çıkarıldığımı öğrendim. Bir yıl sonra hücremi değiştirdiler. Yine yalnızdım, ama yakınımda başka hücreler vardı. Kimseyi göremesem de özellikle geceleri ağlama seslerini duyuyordum. Sanki gözler değil yürekler ağlıyordu. Herkesin içi kahır doluydu.

Artık bir saatliğine havalandırmaya çıkarılıyordum. Keşke aynı zamanda birileri daha olsa da konuşabilsek, diye iç geçiriyordum. Havalandırma alanı küçük lojman dairemizin salonu kadardı. Güya havalandırma diyorlardı, ama gökyüzünü görebileceğim yeri dahi tellerle kapatmışlardı. Öyle ya, her an o apartman yüksekliğindeki duvarlardan tırmanıp, silahlı askerlerin gözleri önünde kaçabilirdik. Keşke ağzım küfretmeye yatkın olsaydı. Ne bileyim işte, belki biraz rahatlardım. Hukuksuzca ihraç edilmişim, yetmemiş hukuksuzca tutuklanmışım, yetmemiş hukuksuzca hücreye konulmuşum, şimdi de avlunun üzerine dahi dikenli tel çekmişler.

Ama yine de hücre değişikliği iyi geldi. Gökyüzüne hasret kalır mı insan? Evet, hem de nasıl hasret kalır! Gün ışığını hiç görmeyen hücremden sonra dikenli teller arasından az da olsa görünen o göğe doğru buharlaşan bir su damlası oluverseydim. Ne çok özlemişim seni!

O bir saatlik havalandırmanın sonunda bir memurun beni odama götürmek için geldiğini gördüğümde, otobüsün hareket etmek üzere olduğunu gören sigara tiryakisi yolcunun, koca sigarayı içine çekmesi gibi, taze havayı içime hızlıca çekmeye çalışırdım. Öyle ya küf kokulu, havasız hücreme geri dönmeden önce ne kadarını içime alsam kardı. Daracık hücreye geri dönünce birçok defa duvarların hareket ettiğini gördüğüme, üzerime üzerime geldiklerine yemin edebilirim.

Ben böylesi yokluk içinde koca bir yalnızlığı yaşarken, babam bir kere bile beni görmeye gelmemişti. Ablama ne zaman babamı soracak olsam hemen konuyu değiştirmeye çalışırdı. Ancak sorularıma ısrarla devam edeceğimi anlayınca, babamın bana kırgın olduğunu söyledi. İnanamamıştım, ama dışarıda neler yaşanıyordu, hiç bilmiyordum. Birileri benim bir “vatan haini” olduğuma babamı inandırmış olmalıydı. Belki de babam inanmamıştı, ama beni savunamadığı için üzülmüş, kırılmış, suskunluğa gömülmüştü. Söylemiyordu ama kesin ablamın benden sakladığı bir şeyler vardı. Bunu hissediyordum. İki yıl geçmesine rağmen babam gelmemişti. Telefon görüşmelerime çıkmıyordu.

Aldığım ve alamadığım bilgiler bana bir şey söylüyordu aslında: Babam ölmüştü! Buna kendimi ikna ettiğim an gözyaşlarımı tutamadım. Saatlerce ağladım. Onu bir daha göremeyeceğimi düşündükçe çıldıracak gibi oldum. İki gün boyunca ağlayarak babamın yasını tuttum.

Telefon görüşme günümüzdü. Çocuklar okullarındaydı. Görüşmede sadece ablam olacaktı. Telefonu açar açmaz, “Babam öldü! Babam öldü ve sen bana bunu söylemedin. Yaktınız ciğerimi!” diyerek hıçkırıklara boğuldum. Ablam, telaş içinde babamın ölmediğine beni inandırmaya çalıştı. Bir yandan o da ağlıyordu. Ona inanmadığımı söyledim. Babamın beni ölümden başka bir nedenle asla terk etmeyeceğini söyledim.

Ablam, “Seni terk etmedi, sadece hastalığı nedeniyle gelemedi” dedi.

“Bana neden söylemediniz o zaman, neden sesini duyurmadınız?” dedim.

Ablam, “Babamız konuşamıyor ve yürüyemiyor. Tutuklandığın gün felç geçirdi” diye cevap verdiği anda telefon idare tarafından kapatıldı.

Şoktaydım. Yaşıyor olmasına sevinmek yerine, benim yüzümden felç geçirdiği gerçeği ile dakikalarca yerimden kıpırdayamadım. Gardiyanların kolumdan tutup, sürüklercesine beni odama götürdüklerini hatırlıyorum.

Belki de bayılmıştım, bilemiyorum. Kendime geldiğimde başım zonkluyordu. Yine de babamın yaşıyor olmasına seviniyordum. Beni terk etmemişti. Aynı zamanda hem büyük bir acı hem büyük bir sevinç hem de büyük bir pişmanlık duygusunu yaşıyordum. O güçlü adam, zorluklarla geçen hayatında her engeli aşmıştı da, kızına yapılan haksızlığı kaldıramamıştı. Bu yükle bu hücrede yaşamaya nasıl devam edebilirdim. Benim gibi bir kızı olmasaydı keşke. Bu dünyaya gelmemeliydim. Bir sonraki telefon görüşmemize kadar tekrar ettiğim sözler bunlardı. Annemi yıllar önce kaybetmiştim. Şimdi de babamın bu hali. İçine düştüğüm kabusun karanlığı artıyor ve daha fazla acıya boğuyordu beni. O kabusun en karanlık yüzü bendim artık. Suçluydum, hem de çok büyük bir günahı olan suçlu. Bu suçun pişmanlığı içinde tükenip ölecektim. Babamın katiliydim. Babama neler olduğunu soranların alacağı cevap çok netti: Yasemin, yani ben!

Telefon görüşüne çıkmaya utanıyordum, ama seslerini duymazsam yaşayamayacağımı hissediyordum. Ablamın sesini duymayı beklerken, babamın büyük bir gayretle konuşmaya çalıştığını fark ettim. Adeta kekeleyerek, sadece “Ya-se-min” diyebildi. Devam edemedi. Ben sevinçle ağlayarak: “Babacığım! Yorma kendini, kurban olurum sana” dedim. Milyon kez bana “Yasemin” demişti de son söylediği kadar yüreğimi delip geçmemişti. Telefon kapanıncaya kadar sadece ağlayabildik.

Babam yine babalığını yapmıştı. Adımı söyleyerek bana “Tükenme!” diyor, ümit veriyordu. Gölgen yeter babam, bu cehennem günlerinde senin gölgen yeter bana. Babam için beni tüketmelerine izin vermeyecektim.

Artık dilimde babama ağıt değil, Suavi’nin “Tükenme” isimli şarkısı vardı:

“Koş aç kapıyı

Yeni ufuklar getirmiş

Gülmeyi bilen çocuklar

Bak çocukların ellerinde güzel günler var

İnanıyorum, babam iyileşecek, bu karanlık bitecek ve uzak dağların ötesinde yaşamaya ve ümit etmeye devam eden yaseminler yepyeni çiçekler açacaklar. 

*Bu yazı, Türkiye’de 15 Temmuz sonrası tutuklanan ve bazıları 5 yıldır hücrede tutulan kadın hakimlerin başlarından geçen gerçek olaylardan esinlenilerek yazılmıştır.

***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***

Exit mobile version