YORUM | VEYSEL AYHAN
Meşhur bir fotoğraf vardır.
Sudan’da bir akbaba adım adım açlıkla kıvranan siyahi bir çocuğa yaklaşır.
Foto muhabiri Kevin Carter, fotoğrafı çeker ve ayrılır.
Niçin çocuğu kurtarmadığı sorulduğunda “Yardım görevlisi değilim. Sadece fotografçıyım. Bulaşıcı hastalıklar konusunda uyarılmıştık,” der.
Sonraları çok pişman olur: “Çocuğu kurtarabilirdim. Makinamı bırakıp onu kucağıma alıp yardım çadırına götürebilirdim. O an sadece gazeteci olduğumu düşünüyordum. Şimdiyse insan olduğumu.”
Fotoğraftan dolayı Pulitzer ödülünü alır ama vicdan azabını kaldıramaz. 3 ay sonra henüz 34 yaşında iken intihar eder.
Türkiye maalesef böyle “ak”babaların ve mazlumları kurtarabilecekken kurtarmayan Kevin Carter’ların ülkesi oldu.
İşte size her iki cephe:
Daha dün belki İmam Hatip’te dersten kaçıp bilardo salonunda eğlenen biri.
Veya cami çayhanesinde vakit öldüren.
Şimdi yargıç kürsüsüne kurulmuş.
Tepesinde “Adalet mülkün temelidir” yazıyor.
Adalet dağıtacak!
Dava dilekçesi bile yazmamıştır muhtemelen.
Ama ağır ceza yargılamaları yapıyor.
Verdiği kararlar copy-paste.
Cezaların birbirinden farkı yok.
İsnat edilen suçların içi boş olunca ceza miktarı keyfe kalıyor…
Yazı yazana müebbet, retweet yapana 9 yıl.
Bazısına 6.3 bazısına 10 yıl.
Kimine müebbet, kimine 3 defa müebbet…
Ve karşısında bir kadın.
Göz yaşları yüzüne süzülüyor.
Hâkimi insan sanıp sabırla suçsuzluğunu anlatıyor.
“Hâkim” dinlemiyor.
Tutuklanacaklar listesi sağ yanında.
Telefonda oyun oynuyor.
Kafasını bile kaldırmadan kararı açıklıyor:
“Tutuklanmasına…”
Anne tutuklanıyor.
Bir başka mahkeme, bir başka “Hâkim”.
“Bende pişman olduğuna dair bir kanaat oluşmadı,” diyerek babanın “tutukluluğunun devamı” kararını veriyor.
Baba öğretmenlik yapmış, anne kermes düzenlemiş.
Anne bir ceza evine, baba diğer cezaevine gidiyor.
Dört yaşında bir kız, altı ve sekiz yaşında iki erkek çocuk ortada kalıyor.
Buyurun siz karar verin.
Bu hâkimlerin hakkından ne gelir?
Bir başka sahne:
Kocanın suçu hırsızları yakalamak. 6 yıldır o yüzden Silivri’de.
Hırsızların intikam duygusu bir sabah tekrar hortlamış.
Eşini yakalamaya kalmışlar. Ama kadın koronavirüse yakalanmış.
Yine de gözaltına alıyorlar.
Sekiz gün yoğun bakımda yatağa kelepçeliyorlar.
Ateşleniyor, nöbet geçiriyor.
Her türlü talebe savcılar sağır.
Bir başka kare:
Genç bir kadın.
Çektiği eziyetlerle kanser olmuş.
Dördüncü evre.
Halsizlik, ağrı ve baş dönmesi sonucu yürüme ve konuşma güçlüğü çekiyor.
Damağına takılı protezle konuşabiliyor.
Kendi ifadesiyle, “Can çekişen bir kedi bir köpek kadar sesimi duyan” olmuyor.
Defalarca ret.
9 yıl 4 ay hüküm veriyorlar.
Kürsüdeki piyondan Yargıtay’daki fillerine kadar hepsi aynı mahluk.
Bir başka film karesi:
7-8 yaşında kız çocuğu, gözyaşı döküyor:
“Ben babamı 4 yıldır görmüyorum. Salgın nedeniyle babamın yanına gidemiyorum. Babamı özledim. Şu an tek dileğim babamın gelmesi. Başka bir şey istemiyorum Allah’tan… ”
Sadece çocuklara yapılan canavarlıkları sıralayan hesaplar var.
Ve son örnek:
Uşak’ta geçen eylül ayında 26 kız üniversite öğrencisine göz altında işkence ve kötü muamele yapılmış ve bir kısmı tutuklanmıştı.
Şimdi yıl dönümüde 20’sine tamamen keyfi sebeplerle 6 yıldan 10 yıla kadar ceza verildi.
Bütün bunlar niye?
Suçüstü olan en büyük hırsızın yüreğinin soğuması için.
Neylersin ki hiçbir zulüm buna kâfi gelmiyor.
Her sabah zulüm, gözaltı raporları okuyarak güne başlıyor.
En çok canavarlık yapanı ödüllendiriyor, terfi ettiriyor.
Hız kesenleri oyundan alıyor, yerine yenilerini sokuyor.
Tarihin en alçak kadroları ödül yarışında.
Milyonların hayatını karartan bu adam ve onun koltuk değneği Bahçeli sizce neyi hak ediyor?
Bir Adalet Bakanı var: Abdülhamit Gül.
Kedi ve köpekle fotoğraf çektirip insanlıktan bahsediyor.
Kendisi ve HSK’sı sayesinde zulüm görmeyen dürüst insan, masum vatandaş kalmadı.
Tarihin en seviyesiz bakanı hiç kuşkusuz Süleyman Soylu. Onun polis müdürleri ve polisleri sayesinde binlerce masum işkence görüyor. İşkence, taciz, tecavüz, adam kaçırma…
Kaçırılan insanlar bulunduğunda “#YaşasınBabamCezaevinde” diye sevinilen bir ülke olduk.
ZULMÜN TAŞIYICI KOLONLARI
Her türlü zulmün iki taşıyıcısı vardır:
1- Zâlimler
2- Onları engelleyebilecek imkânı varken görmezden gelenler.
Hiçbir diktatöre nasip olmayacak bir muhalefet var.
Yazının başındaki fotoğrafçılar onlar.
Her biri “akbaba”ların hâkim olduğu bu coğrafyada başını kuma sokan birer deve kuşu.
Görüyorlar ama “Bulaşıcı hastalıklar konusunda uyarıldıkları” için suskunlar.
Cemaati savunuyor görünürlerse kendilerine bulaşır, cezaevine girebilirler.
Korku bu.
Kemal Kılıçdaroğlu.
Etkili muhalefet yapacağına Erdoğan’ın zulüm vagonlarına binip destek oluyor.
Aynı dili konuşuyor.
Ömer Faruk Gergerlioğlu’nun yirmide biri kadar zulme dikkat çekse çok şey değişir.
Mesela CHP milletvekilleriyle 2-3 hapishaneye baskın yapsa işkence biter, biraz sahip çıksa kaçırılan insanlar bulunur.
Meral Akşener.
Bırakın erkekleri tek bir kadın mağdura sahip çıkmıyor.
Erdoğan korkusu bilinçaltına o kadar yerleşmiş ki hamile kadınlara bile destek olmaya korkuyor.
Oysa yakaladığı rüzgârla mecliste çok etkili olabilir.
Ama yapmıyor. Yarım kelime bile etmiyor.
Görünüşte hepsi Erdoğan’dan şikayetçi.
Farkında olmasalar da her biri zulmün birer dev payandası.
Samimi olarak isteseler, mesela “Meclisten çekiliyoruz” deseler Erdoğan’ın kartondan iktidarı bir günde yıkılır.
Ama mecliste süs bitkisi gibi bulunup maaş almayı tercih ediyorlar.
Ve onların varlığı AKP diktatörlüğünün en büyük meşruiyet kaynağı.
AKP’li kadrolar kana ve zulme doymaz birer akbaba.
Kevin Carter’ları ise meclisteki sessiz muhalefet temsil ediyor.
Bu ülkeye en iyi yakışan isim bence “Akbaba Cumhuriyeti”.
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***