Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

Ayhan Bilgen: HDP, Türkiye siyasetindeki sorunlu tutum ve alışkanlıkları kendi pratiğinden ne yazık ki ayıklayamadı

Ayhan Bilgen: HDP, Türkiye siyasetindeki sorunlu tutum ve alışkanlıkları kendi pratiğinden ne yazık ki ayıklayamadı


Independent Türkçe’nin sorularını yanıtlayan Bilgen, “HDP Eş Başkanı olmanızı Selahattin Demirtaş’ın engellediği iddiası doğru mu?” sorusuna, “Yanıt vermek partinin ve Demirtaş’ın tercihidir” cevabını verdi.

2019 yılındaki yerel seçimlere, Cumhuriyet Halk Partisi’nin İstanbul, Ankara, Antalya, Mersin, Adana gibi büyükşehirlerde elde ettiği zaferler damga vurdu.

 

Bu zaferlerin gölgesinde kalan ancak küçümsenemeyecek bir başarıyı, Kars’ta Halkların Demokratik Partisi’nin adayı Ayhan Bilgen yakaladı.

 

Kars gibi milliyetçi-muhafazakar kitlenin çoğunlukta olduğu bir şehirde, Halkların Demokratik Partisi’nin adayı olarak belediye başkanlığı koltuğuna oturan Bilgen, 2020 yılının Eylül ayının sonunda yapılan Kobani Operasyonu’na kadar 1,5 yıl boyunca kenti yönetti.

 

HDP’li belediyelerin neredeyse tamamına kayyum atandığı bir dönemde kenti yönetmeye devam eden Bilgen, şeffaf yönetim anlayışıyla öne çıkıyordu. Ancak Kobani operasyonuyla, HDP’li belediyeler açısından artık klasik haline gelen görevden alma ve yerine kayyum atama gerçekleşti.

 

Partisine yönelik eleştirel çıkışlarıyla da tanınan Ayhan Bilgen, Kobani operasyonundan sonra, Anayasa Mahkemesi’nin hakkındaki hak ihlali kararına rağmen tutuklanarak cezaevine konuldu ve yaklaşık 9 ay tutuklu kaldı.

 

Cezaevindeyken yaptığı paylaşımlarda partisindeki bazı kişilere ve anlayışlara karşı isim vermeden eleştirilerde bulunan Bilgen, yeni bir siyasi hareket için çalışmalar başlattığına yönelik sinyalleri de verdi.

 

Tahliyesinden sonra Ankara’daki bürosunda bir araya geldiğimiz Bilgen, hem geçmişte kulislerde dolaşan bazı söylentilere yönelik hem de yeni yol haritasıyla ilgili Independent Türkçe’nin sorularını yanıtladı.

 

“Sözlerimin muhatabı sadece HDP’li siyasetçiler değil”

 

Siz cezaevindeyken yaptığınız paylaşımda “Kişisel yeteneklerin bir hegemonya kurma çabasına alet edilmesi, Türkiye siyasetindeki hastalıklı davranışlara zemin oluşturmaktadır“ dediniz. Bu sözlerin muhatabı Selahattin Demirtaş mıydı?

 

Ben siyasette kişisel hesap ve planlamalara toplumsal mücadelelerin kurban edilmemesini savunuyorum. Dolayısı ile de bu konuda en azından benimde hassas ve tutarlı davranmamam gerekiyor. Yani bir tarzı eleştiriyorum, bir anlayışı eleştiriyorum. Yani kim bu tarz ve anlayışa prim verirse, ben de olsam sonuçta bu içinde bulunduğum mücadeleye zarar verir.

 

Başka siyasi partiler için de bunun son derece geçerli olduğunu düşünüyorum. Sözlerimin muhatabı yalnızca HDP’de siyaset yapanlar değil. Bu bir biçimde aslında siyasette büyük fedakarlık yapan, büyük çaba sarf eden ama kişisel kariyer planlaması ya da arayışı içinde olmayan kitlelerin, beklentilerine sadakattir, bir etik sorumluluktur.

 

Bu anlamda ben geçmişte yaptığım röportajlarda siyasette lider merkezli bakı açısının handikaplarına değinmiştim. Siyaseti kilitleyen, daraltan, manipüle eden boyutlarına dair sözler söylemiştim. Bugün de bunun arkasındayım.

 

“Türkiye siyasetindeki alışkanlıklar HDP’yi de kuşattı”

 

HDP’ ye yönelik bir “Tersine Türkiyelileşme” eleştiriniz vardı. Sizin partinizdeki işleyişe yönelik rahatsızlıklarınız ilk ne zaman başladı? “Tersine Türkiyelileşme” eleştirilerinizden sonra siz makro siyasetten biraz daha yerel bir alana çekilmeyi tercih ettiniz. Bu da partideki rahatsızlıkların bir sonucu muydu?

 

Siyasi partiler de canlı organizmalardır. Öğrenirler, değişirler, ilerlerler. Bazen de dururlar, geriye giderler. Bu zaman zaman dış dinamiklerden kaynaklanır. O organizmaların, o sosyal örgütlülüğün dışından kaynaklı faktörlerden kaynaklanır. Bazen de kendi iç perspektifsel sorunlardan, içinden geçilen döneme dair okuma eksiklerinden ya da ona adapte olma, onun gerçekliği doğrultusunda yeniden yapılanma konusunda zafiyet göstermesinden kaynaklanır.

 

Burada eleştiri yapmayı, tartışma yürütmeyi aslında canlılık emaresi olarak görmekten yanayım. Hiç tartışılmayan, hiç eleştirilmeyen, hiç sorgulanmayan varlıklar bence değişmeyi, ilerlemeyi, gelişmeyi de başaramazlar.

 

Ben siyasi çalışmalara dahil olduğum dönemden bu güne kadar parti kurullarında da , yapıcı niyetlerle kamuoyuna açık platformlarda da köşe yazılarımda da, konferans ve panellerde de eleştirilerimi yapmaya çalıştım. Bunda da elimden geldiğince objektif davrandım.

 

Sadece iğneyi kendine batıran bir yerden değil, şüphesiz bütün toplumsal hareketleri bu anlamda eleştirmenin tartışmanın daha iyiye ulaşmak için, daha doğru bir rotaya evrilmek için bir ihtiyaç olduğu kanaatindeyim. Bunları bastırmak yok saymak ya da bir tehdit gibi algılamak bence aslında orada dinamizmi bitirir, öldürür. Ben bu anlamda Türkiye siyasetinden kaynaklanan alışkanlıkların aslında elbette HDP’yi de kuşattığını düşünüyorum.

 

Tersine Türkiyelileşme dediğim de, Türkiye siyasetindeki kimi hastalıklı anlayışların, yani aslında HDP tarafında da normalleşmesi, bazen hatta HDP’ye bulaşması, HDP’nin bu genel resimden etkilenerek Türkiye siyasetindeki sorunlu tutum ve alışkanlıkları bir biçimde kendi pratiğinde, ne yazık ki ayıklayamamasıdır.

 

Türkiye toplumu ile buluşmak, toplumsal talepleri siyasetinin gündemine mücadelesinin zeminine taşımak başka bir şey. Yani toplumsal buluşma anlamında Türkiyelileşmeyi elbette hepimiz olumlamalıyız.

 

Toplumsal sorunlara empati yapabilme konusunda Türkiyelileşmeyi olumlamalıyız ama Türkiye siyasetindeki çürüme ve yozlaşmadan, tıkanmadan etkilenmeme konusunda da o anlamda bir Türkiyelileşmeye karşı da -tersine Türkiyelileşme tabiri ile kastım odur- duyarlı olmalıyız.

 

Bu tıkanıklık karşısında ben çözümün topluma daha çok değmek, topluma daha çok dokunmak ve toplumsal sorunların çözümüne odaklanarak siyaseti yeniden kurmak gerektiği kanaatindeyim.

 

Benim kendimce görebildiğim ihtiyaç bu. Yerel siyaset bu anlamda parlamenter siyasete nazaran toplumun kendisini daha kolay siyaset kanallarına taşıyabildiği, siyasetçiye ulaşabildiği ve siyasetin de sadece bir sözcülük yapma, sadece tercümanlık yapma sorunları dillendirme değil, sorunları çözme konusunda yerel siyasetin daha çok imkan sunduğunu düşündüm.

 

Sonuçta Kars sosyolojisinin çoğulculuğu içerisinde ama aynı zamanda o farklılıkların ayrımcılık yapmadan siyasal karar süreçlerine taşınması konusunda ve hesap verilebilirlik konusunda bir mesafe aldığımızı, iyi bir örnek inşa ettiğimizi düşünüyorum.

 

“Kars Belediye Meclisi’ndeki kararların yüzde 90’ı oybirliği ile alındı”

 

Meydan okuma olarak tarifleyebilir miyiz attığınız bu adımı? Bir de Karsı’ı seçmeniz de bu meydan okumanın bir parçası mıydı?

 

Çünkü Kars bilindiği üzere milliyetçi-muhafazakâr kitlenin ağırlıkta olduğu bir yer. Ve siz orada çok kıran kırana bir yarış sonucunda belediye başkanlığını kazandınız. Oradaki seçim sürecinde yaptığınız çalışmalar partinize göstermek istediğiniz şeyin yansıması mıydı?           

Kapalı mahalle dili değil, mecburen empati dili ile siyaset yapmak zorundasınız. Ötekini anlamak, ötekinin kaygısını hassasiyetini gözetmek zorundasınız. Siyaseti böyle yapmayı başarabilirsek, bunun toplumda kabul düzeyi nedir? Bunu test etmek benim açımdan önemli idi.

 

Sonuçta HDP’nin kuruluş felsefesi de bu. HDP’nin genişleme stratejisi de bunun üzerine oturması gerekiyor. Ve aslında Türkiye metropolleri de büyük şehirleri de özellikle Kars gibi illerden aldığı göz dolayısı ile bu çoğulcu sosyolojiye sahip. Kars çok mikro laboratuar bence. Nüfusu da Türkiye’nin tam 1/1000’i kadar. Merkezde 80 bin civarındaki nüfusun içerisinde farklı etnik kökenler, diller, inanç grupları ile eğer biz birlikte yaşamayı başardığımız gibi, şehri birlikte yönetmeyi başarabilirsek, buradan Türkiye siyasetine dair daha inandırıcı güven verici bir söz, bir çözüm önerisi sunabiliriz umudunu taşıdım. Çünkü artık Türkiye’de siyasete olan güvensizlik, siyasetçiye dair kaygılar o kadar baskın, o kadar egemen hale gelmişti ki yani sadece güzel söz söylemenin, sadece etkili hitap etmenin ya da iyi konuşmanın, iyi slogan atmanın, ajitasyon yapmanın artık siyasette güven alanını genişleteceğine dair ben doğrusu kaygılıyım.

 

Kars’ta bunu sergileyebilmek için bir zemin yakaladık. Orada Belediye Meclisi’nde beş grup var. Bu grupların en azından HDP’nin toplamından HDP üyesi sayısından fazla onların toplamı var. Dolayısı ile HDP orada uzlaşarak şehri yönetmek zorunda idi.

 

Bu da doğal olarak ortaklaşmayı ve şehrin gündemini öncelemeyi, yani partinin kendi önceliklerini dayatmayı değil, şehirden gelen talebe doğru hareket etmeyi mecbur kıldı. Ve belki Türkiye’de çok örneği yok, 5 partiye rağmen aldığımız belediye meclisi kararlarının 1,5 yıl boyunca, yaklaşık 18 meclis toplantısı yapıldı. Aylık yapıldığı için söylüyorum, %90’ı oy birliği ile alındı.

 

Şimdi MHP’nin AKP’nin, CHP’nin, DSP’nin ve HDP’nin temsil edildiği bir Belediye Meclisi’nde oybirliği ile karar almak hem o siyasi partilerin olgunluğudur, hem de aslında toplumun partiler üzerinde kurduğu denetim ve etkilemenin bir sonucudur.

 

O halde bu sonuç sizin projeninizin başarılı olduğunu mu ispatlıyor?

 

Siyasette, demokrasi mücadelesinde topluma güvenmek gerektiği kanaatindeyim.  Siyasetçi eğer gerilim siyasetini, kamplaşmayı tercih ederse toplumu manipüle edebilir. Ama eğer siyasetçi buna tenezzül etmez ise, bence toplum kendi ihtiyacını önceler ve o ihtiyacı doğrultusunda da bütün partilerin sorumlu davranmasını ister. Kars’ta bunun örneğini gördük.

 

Evet, Kars halkı şehrin önceliklerini belediyede temiz siyaseti, rüşvet, yolsuzluk, kayırmacılık, ya da dışlamanın olmadığı bir belediye, bir yönetim anlayışını istedi ve bütün partiler de bu doğrultuda sorumlu hareket ettiler.

 

Mutlak bir iktidar muhalefet rekabeti değil, ‘Hepimiz yapılan iyi işlerden payımıza düşecek bir getiri olacaksa bundan faydalanalım, yanlış varsa da hep birlikte hesabını verelim’ anlayışıydı. Ben bu anlamda Kars halkının da, Kars’taki bütün siyasi partilerin siyasetçilerinin de iyi bir sınav verdiğini düşünüyorum.

 

“Benim arayışım bir tabela ya da rozet değişikliği değil”

 

Halen HDP üyesi misiniz, kendinizi HDP’li olarak tarifliyor musunuz? Yeni bir siyasi harekete dair çalışmalarınız olduğuna yönelik mesajlarınız da var. Bu çalışma yeni bir hareket mi amaçlıyor yoksa HDP içinde dönüştürücü bir hamle mi yapmayı düşünüyorsunuz?

 

HDP üyesiyim. HDP’nin kuruluş iddiası ve kuruluş referanslarına da Türkiye’de ciddi bir ihtiyaç olduğu kanaatindeyim.

 

Türkiye toplumunu etnik kimlikler üzerinden ayrıştıran, kamplaştıran dışlayan ya da çatıştıran bir siyaset değil, bu farklarımıza rağmen birlikte yaşamını yolunu arayan birbirinin acılarını, öfkelerini, kavrayan ve ortak gelecek kurabilmek için de bir biçimde hak, özgürlükler temelli bir siyaset iddiasıdır HDP.

 

Bu anlamda ben bu iddianın doğru olduğunu, bugün de buna ihtiyaç olduğu düşüncesindeyim. Ama bunun gereğini yapamamayla ilgili de gayet tabi özeleştirel hareket etmemiz gerektiğini, bunu başaramama nedenlerimizde baskılar, tutuklamalar, Türkiye’deki genel nefret söylemine dayalı siyaset ne kadar belirleyici, ne kadar etkili? Ya da bizim yetmezliklerimiz bizim eksikliklerimiz ne kadar buna sebep oldu, bununla ilgili cesaret ile yüzleşmemiz gerektiğini düşünüyorum. Benim arayışım bir tabela değişikliği, bir rozet değişikliği arayışı değil. Türkiye siyasetinin bence düşünsel, fikri bunalımları var. Hem bu tarza yansıyor, hem söyleme yansıyor.

 

Bizim geleneğimizde ne yazık ki insanlar siyasi partileri takım bile değil, din gibi görüyorlar neredeyse. Bütün doğrular bende, ötekisi baştan sona yanlışlardan ibaret. Şimdi, evet bu siyasette motive edici bir şey olabilir, ama ülkeye de zarar veriyor.

 

Dolayısıyla benim arayışım Türkiye’de siyasi parti kültürümüz, alışkanlıklarımız, liderlere bakış, liderin topluma bakışı, toplum ile siyasi parti örgütleri arasındaki iletişim, etkileşim gibi birçok boyutu sorgulamak, tartışmaya açmak ile ilgili bu mekanizmayı iyileştirme, ıslah etme çabasıdır. Benden ibaret de değil bu şüphesiz bütün partilerin içerisinde bu hassasiyeti gösteren, bu kaygıyı taşıyan siyasetçiler var. Toplumda var, bence en önemlisi o.

 

Toplumda çok nitelikli insanlar farklı mücadele alanlarında, akademide, medyada, sivil toplumda, hak temelli örgütlerde çaba sarf ediyor ama siyasi partilere mesafeli duruyorlar. Bu mesafeli duruşu anlamamız gerekiyor. Bu korkudan kaynaklı değil.

 

Bu sorumluluktan kaçma tavrı değil, aksine eleştirel bir tavır içeriyorsa, bunu anlamak ve bu gerekçeleri ortadan kaldıracak modeller geliştirmek zorundayız.

 

“Kayyum atanması benim kişisel kariyerime pozitif katkı yapabilir, ama…”

 

Tutuklandığınız Kobani operasyonundan hemen sonra istifa ettiniz. Yaptığınız bu hamle partinizin genel merkezi ile birlikte aldığınız bir karar mıydı yoksa bireysel kararınız mıydı?

 

İstifam gerçekleşemedi. Ben bir irade beyanında bulundum. Ben sonuçta dokunulmazlıktan vazgeçerek belediye başkanlığı görevini seçtiğimde zaten fezlekelerin yargılamaya dönüşeceğini biliyordum. Ve o süreçte işte, 1-1,5 yıl boyunca ciddi biçimde hızla ilerledi.

 

Ben defaten emniyete gidip ifade vermek zorunda kaldım o fezlekeler ile ilgili. Bütün illere kayyum atanmıştı, il kalmamıştı o zaman. Kayyum atanmadan benim istifamla, Belediye Meclisi’nde bir uzlaşma ile belki bir iş bölümü ile kayyum atanması yerine partiler ortak birlikte şehri yönetebilirler mi konusunda bir arayışım vardı.

 

Gözaltı ve tutuklama öncesinde partide yetkili isimler ile paylaşmıştım bu arayışımı. Kars’ı bu anlamda heba etmemek için Kars’taki birikimi tekrar başa götürmemek için buna ihtiyaç olduğunu paylaşmıştım parti içi yerel yönetimler ile ilgili mekanizmalar ile. Ama gözaltı olduğunda iletişim koptu ve ben gözaltı süresinin sonunda emniyet ifadesi ve savcılık ifadesi aşamasında bunu yaptım. Bunu tek taraflı bir irade beyanı olarak yaptım. Ama ne yazık ki parti kurullarında bunun konuşulması, tartışılması ve benim de sağlıklı bir iletişim kurma imkânım yoktu o koşullarda.

 

Muhtemelen dışarıda daha iyi takip edilmiştir. Benim içeriden sağlıklı takip etme imkânım yoktu. Zaten ben o girişimde bulunur bulunmaz, öbür gün kayyum atandı. Ben de tutuklanmış oldum.

 

Bu girişimim istediğim, niyet ettiğim hedefe varmadı. Ben en azından demokrasi konusunda duyarlılığımın, sorumluğumu yerine getirdim. Şöyle hareket edebilirim pekâlâ; kayyum atanması siyaseten bana zarar vermez, belki beni mağdur duruma düşürdüğü için benim kişisel kariyerime pozitif katkı da yapabilir. Ama burada benim kişisel kariyerim ya da gelecek planlamam mı daha önemli, yoksa şehrin kazanımların korumak mı daha önemli?

 

Ben birincisini önemsiyor olsaydım böyle bir risk almaz, böyle bir girişimde bulunmazdım. Ama şehri önemsiyorsak, ülkeyi önemsiyorsak, bazen o riski alan ve uzlaşmayı, ortaklaşmayı siyasette mümkün kılacak formülleri yol haritalarını önermemiz gerektiğini düşünüyorum.

 

“Muhalefet ‘Önce seçilelim, sonra yönetiriz’ tarzıyla hareket ederse hayal kırıklığı olabilir”

 

Tariflediğiniz arayış başlattığınız çalışmaların önceliği ülke yönetimine talip olmak mı yoksa ilk olarak siyaseti dönüştürmeyi mi hedefliyorsunuz?

 

Siyasette kimin yönettiği sorusuna odaklı siyasetten çok nasıl yönetilmesi gerektiğine dair soruya odaklanmamız gerektiği kanaatindeyim.

 

Ülkenin nasıl yönetilmesi gerektiği ile ilgili tartışmaları tüketmekten imtina edip sadece ‘Ülkeyi kim kurtarır, kimin hazır reçetesi var,  kim kurtarıcı lider pozisyonunda beklenmelidir’ yaklaşımı bence demokratik siyaset kanallarını tıkıyor.

 

Toplumun siyasette aktif sorumluluk üstlenmesini engelliyor ve siyasi partilerin birbirlerinin deneyiminden, birikiminden, pratiğinden istifade etmesini de imkânsızlaştırıyor. Dolayısı ile Türkiye bir biçimde aslında hem sistem değişikliği dolayısı ile, yani bununla ilgili tartışmalar dolayısı ile, hem pandeminin küresel ölçekte ortaya çıkarttığı önümüzdeki dönemde daha çok hissedeceğimiz muhtemel krizler dolayısı ile ciddi bir kriz yönetim sürecine ihtiyaç duyacak.

 

Kriz yönetimi demokrasilerin en zor sınavıdır. Pastayı büyütmekten, üretimi, istihdamı artırmaktan krizin ortaya çıkarttığı intiharlar, boşanmalara kadar varan sosyal travmalarla mücadeleye kadar uzanan bir sosyal politika ve sosyal adalet sürecine bir inşa edici sürece ihtiyaç olduğu kanaatindeyim.

 

Bu sadece Erdoğan’ın gidişine indirgenmiş bir tartışma olamaz ya da sadece güçlendirilmiş parlamenter sisteme odaklı bir arayış olamaz. Tabi ki muhalefetin tercihleri olabilir. Bunlar gerekse bile, yeter koşul değil.

 

Bunun ötesinde hem haklar konusunda, yani anayasanın haklar ile ilgili kısmı konusunda bir asgari uzlaşmaya ihtiyaç var. Ama galiba sosyal politikalar konusunda, ekonomi politik konusunda ciddi bir ortaklaşmaya, uzlaşmaya ihtiyaç var.

 

Muhalefet bu konuda tartışmayı ‘Önce bir seçilelim, sonra yönetiriz’ tarzı ile ele alırsa büyük bir hayal kırıklığı olabilir. Hem de bugün yaşadığımız sorunların daha kalıcılaşması, muhalefet eli ile tekrarı kendini yenilenmesi ile karşı karşıya kalabiliriz.

 

Dolayısıyla bu tartışmaları şimdi yapmak, nasıl bir yönetime ihtiyaç var, nasıl bir ekonomi politiğe, nasıl bir dış politikaya, nasıl bir güvenlik politikasına, nasıl bir toplumsal barış projesine ihtiyaç var konularında bence partiler ortak paydalar yakalamak zorundalar.

 

Ben artık Türkiye’de demokrasinin, Türkiye toplumunun iki kötüden daha az kötüyü tercih etmek değil, iyiden daha iyiyi tercih eden bir atmosfere, bir psikolojiye layık olduğu kanaatindeyim. Dolayısı ile bu da reaksiyonel siyaseti değil, aksiyonel siyaseti gerektirir. Çözüm önerilerini, formülleri tartışmayı gerektirir.

 

Çıktığınız bu yolun bir takvimi var mı? Bir hedef tarihiniz var mı?

 

Böyle tartışmalar uzun soluklu tartışmalardır ve seçim pratikleri bu tartışmaları kesintiye uğratır. En azından böyle söyleyeyim. Çünkü seçim atmosferi yarıştır, rekabettir, polemiktir. Seçimin bir baskın seçimin olma durumu ortaya çıkarsa şüphesiz kısa dönemde bir biçimde bu çalışmaları askıya almak, ertelemek durumunda kalırız.

 

Ama o normal tarihi ile 2023 olarak planlandığı, ya da yasal süresinin gerektirdiği gibi bir durum ortaya çıkarsa ben birkaç yıl içerisinde bu konuda mesafe alabileceğimize inanıyorum. Çünkü bu ihtiyaç kendisini dayatıyor, hissettiriyor.

 

“Yanıt vermek HDP yönetiminin ve Demirtaş’ın tercihi olmalıdır”

 

2018 yılındaki kongre öncesinde sizin isminiz HDP Eş Genel Başkanlığı için konuşulmuştu ama o süreçte yaşanan tartışmadan sonra siz geri çekildiniz  ve Sezai Temelli Eş Genel Başkan oldu. O süreçte sizin Eş Genel Başkan olmamanıza Selahattin Demirtaş’ın engel olduğu iddia edildi. Bu iddia doğru mu, o süreçte neler yaşandı?

 

Benim kişisel duygu ya da düşüncelerimle bir şey söylemem siyasi etik açısından çok şık olmaz. Şunu çok net biçimde ifade edebilirim; ben hiçbir zaman HDP içerisinde hiçbir makama talip olmadım. Ne milletvekilliği, ne belediye ile ilgili talepler benden gelmedi.

 

Parti kurullarından, tabandan, toplumdan gelen talepler doğrultusunda ben yapabileceğime inandığım görevleri kabul ettim. Uygun bulmadıklarımda da reddettiklerim oldu.

 

Benim siyasetteki beklentim bir mutlaka bir koltuğa oturmak, bir makam elde etmek değil, toplumun ezberlerini, ön yargılarını aşacak açılımlar yapmak, girişimlerde bulunmak, o ezber ve önyargıları bir kabule dönüştürmeyip buna karşı ‘Bir başka tarz da mümkün başka bir siyaset olabilir’ algısını inşa etmekti. Yüzde 1 oy aldığınız şehirde 2007’de aday olup, 2011’de kazanacağım garanti olan bir şehirdeki teklifi reddettiğime göre, benim hesabım koltuklara endeksli şeyler değil.

 

Eş Genel Başkanlık konusunda da yani çok net ifade edeyim, kişisel olarak böyle bir hesapla, böyle bir siyasi kaygı ile hiçbir zaman hareket etmedim. Kongre sonrasında da partide çalışmaya devam ettim.

 

Sonuçta Sezai Bey bizim birlikte daha öncesinde de çalıştığımız bir arkadaşımızdı. Sonuç olarak süreç o şekilde gerçekleşti. Bu soru ile ilgili ayrıntıya cevap vermek HDP yönetiminin takdiri olmalıdır ya da Demirtaş’ın tercihi olmalıdır.

 

KAYNAK: INDEPENDENT TÜRKÇE – CAN BURSALI

Exit mobile version