Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

‘Ölen, neo-liberalizm değil, kapitalizmin kendisi’

‘Ölen, neo-liberalizm değil, kapitalizmin kendisi’

Yasin Durak & Sibel Özbudun

Geçtiğimiz birkaç aydır özellikle çevre ülkelerde ‘yeniden’ patak veren sokak protestoları bugünkü dünya sisteminde ne anlama geliyor? Kapitalizmin neo-liberal evresi son mu buluyor? Üstelik “yıkıcı” hareketler güneyden mi yükseliyor? Yasin Durak ve Sibel Özbudun tartıştı…

Yasin Durak: Şu an dünyanın pek çok yerinde; daha doğrusu uzun zamandır Batılı emperyalist entegrasyonun kolonyal hinterlandında yer almış olan ülke ve şehirlerde; sizin tabirinizle “dünyanın balkonunda” yükselmeye başlayan halk hareketleri tartışılıyor. Hong Kong’taki protestolar beşinci ayına girdi, Şili’de halk sokakta, Cezayir’de Buteflika rejiminin temsilcilerini uzaklaştırmak için ortaya çıkan protestolar ve Lübnan’da “WhatsApp Devrimi” diye nitelendirilen vergi protestoları devam ediyor. Ekvador’da grevler ve yerli hareketleriyle yükselen isyan sonucunda devlet başkanı hükümet sarayını boşaltarak kaçmak zorunda kaldı, Hindistan’da ulaşım işçileri grevi yankı uyandırırken, Katalonya’da bağımsızlık sesleri yeniden yükseliyor. En son Irak’ta yoksulluk ve işsizliğe karşı yükselen isyan hükümet güçleri tarafından kanlı bir şekilde bastırılmak istendi. Tüm bunlar birbirinden bağımsız gelişme gösteren hareketler, ancak karşı durdukları ortak bir nokta var: Neo-liberalizm. Bu çerçevede tartışmaya “dünyanın sonundaki” bir fotoğraftan, Şili’deki bir protestocunun elinde taşıdığı “Neo-liberalizm Şili’de doğdu ve Şili’de ölecek” yazılı pankarttan başlamak istiyorum. Siz bu konuda neler söyleyeceksiniz?

Şili’de bir protestocu “Neoliberalizm Şili’de doğdu ve Şili’de ölecek” yazılı pankartıyla. Fotoğraf: TeleSur

Sibel Özbudun: Slogan çarpıcı… Ama bana sorarsan eksik. Ölen, kapitalizmin spesifik bir versiyonu değil, kendisi… Ve bu bir slogan değil.

Neo-liberal kapitalizm, kapitalizmin yapısal krizine çözüm olarak 1970’lerin sonlarının elverişli ortamında (SSCB ve Sosyalist Blok’un tasfiyesi, yeni teknolojik olanaklar vb.) devreye sokulmuştu. Ancak bizatihi neo-liberalizm kapitalizmin çöküşünü hızlandıracak gelişmeleri devreye sokmaktan öte bir işe yaramadı. Neydi bu gelişmeler? Üretim ile finansın birbirinden tümüyle kopması (bugün dünyada bir işlem günü içerisinde borsalarda dönen miktarın, yani spekülatif değerlerin yeryüzünün yıllık üretimine eşit olduğu söyleniyor. Geçmişte kapitalist (örneğin sanayici) aileler servetlerini kuşaklar boyu biriktirirken, bugün 20-25 yaşındaki yeniyetmeler, bir yılda Forbes’un En Zenginler listesini zorlar hale geliyor. Marcos buna “kumarhane kapitalizmi” diyordu; doğrudur. Buna koşut olarak gelir uçurumu, görülmedik boyutlara ulaştı: Günümüzde dünya nüfusunun yüzde 1’i dünya gelirinin yüzde 52’sine el koymakta. Ve bu oran dev adımlarla artmakta; örneğin 2010’da yüzde 1’in hükmettiği servetin oranı yüzde 44’tü. Bugün toplam 26 kişinin serveti, dünya servetinin yarısına eşitlendi, Oxfam’a göre.

“Büyüme” denilen görüngünün hemen tümüyle borçlanmaya dayalı hale gelmesi, kapitalist sistemin bir başka kırılganlığı. Dünyada devletlerin, şirketlerin ve hane halklarının borçları 169 trilyon doları bulmuş durumda; dünyanın toplam gayri safi hasılası ise 88 trilyon, yani toplam borcun yarısı kadar! Durum Ergin Yıldızoğlu’nun “Küresel kapitalizm birikim krizini borçlanma ve spekülasyonla yönetmeye çalışıyor” diye betimlediği minvaldedir. Yani kapitalizm krizlerini çözme yetisini yitirdi. Bunun somut örneği, Yunanistan. Biliyorsun, IMF 2008 yılında krize giren Yunan ekonomisini “kurtarmak” için bir programı devreye soktu, “solcu” Çipras hükümeti eliyle. Sekiz yıllık uygulamadan Yunan ekonomisi yüzde 45 küçülmüş, işsizlik yüzde 7’den yüzde 19.5’a yükselmiş, genç işsizlik oranı ise ikiye katlanmış (yüzde 20’den yüzde 40’a) olarak çıktı.

Tekrar ediyorum, bunu “neo-liberalizmin krizi/sonu vb.” olarak tanımlarsak kapitalizme iyilik etmiş oluruz. Temel saiki “Kâr, daha çok kâr” olan kapitalizm, neo-liberal dayatmalarla sınırlarına çoktan ulaşmıştır. Günümüzde kapitalist sistemin temellük etmediği bir karış yeryüzü, alınır-satılır hale getirmediği bir tek nesne, bir tek soyutlama kalmamıştır. Bundan sonrası üretimci-olmayan yıkıcılıktır: insanların, doğanın, kültürün, hayatın, insani olan her şeyin yıkımı.

Yığınlar kapitalizmin bu zehirli sonuçlarının nicedir bilincinde. İşsiz kalıyor, iş bulamıyor, eve ekmek götüremiyorlar. İş bulabilenler, vasıflarının çok altında işlerde, berbat koşullarda, giderek uzayan iş saatleri içinde çalışmak zorunda kalıyorlar. Sosyal hakları bir bir ellerinden alınıyor. Yararlandıkları hizmetler özelleştirildikçe erişilemez, kullanılmaz hale geliyor: Toplu taşıma, elektrik, ısınma, temiz su… Havaları, suları zehirleniyor, ormanları, tarım alanları yok ediliyor. Yeni nüfuz alanları üzerine çatışmalar halkların yaşamını çekilmez hale getiriyor; bölgesel çatışmalar yüzbinlerce kişinin ölümüne, yaralanmasına, yaşam alanlarının tahrip edilmesine, kitlesel göçlere yol açıyor. 21’inci yüzyılın başından beri dünya halklarının bu koşullara tepkisi ortak oldu: Başkaldırı. Maya yerlilerinin Meksika’nın Lacandon ormanlarından başlattığı ayaklanmadan Seattle’a, Cenova’ya, Yunanistan ayaklanmalarına, Türkiye’nin Haziran’ına, Arap Baharı’na ve nihayet bugün eşzamanlı olarak Paris’in Sarı Yelekli isyanından Şili’den Cezayir’e, Hong Kong’dan Ekvador’a uzanan ayaklanmalara…

Dünya halkları kapitalizmin sürdürülemez olduğunu yaşamlarından, deneyimlerinden biliyorlar. Baş da kaldırıyorlar. Sorun şurada ki, bu tepkileri örgütleyerek asli hedefe, kapitalist sistemin yıkılmasına yöneltecek bir siyasal irade yok ufukta. Öyle olunca da, bu “sosyal patlamalar” ya çeşitli “sopa + havuç” önlemleriyle bastırılıyor/sönümleniyor ya “Arap Baharı”nda olduğu üzere muradına ters (radikal İslamcı rejimler gibi) sonuçlara yol açıyor ya da (Yunanistan’da olduğu gibi) restorasyon misyonunun kitlelerin tepkilerini masseden “solumsu” partiler eliyle gerçekleştirilmesi neticesini veriyor…

Yasin Durak: Gerçekten de tarif ettiğiniz üzere bu artık topyekûn “talan” dönemi. Tek eklemek istediğim şu ki, sermaye sınıfının yağma operasyonları yerküre ile de sınırlı değil. Şimdiden Ay’daki hatta Mars’taki parsellerle ilgili hesapları olanlar dahi var; gerçekten…

Yasin Durak

Tüm bu başkaldırıların siyasi bağlamına odaklananlar genellikle kapitalizmin “neo-liberal dönem” dediğimiz bu uğrağında devlet aygıtının yeniden düzenlenişinin yapısal olarak otoriter rejimleri ortaya çıkardığını savunuyor. Aslında petrol şokunun ardından yaşanan dönüşümlere ilişkin aynen Poulantzas’ın tespit ettiği şekilde kuvvetler ayrımının tedavülden kalkması, yürütme aygıtının şişkinliği gibi özellikleri taşıyan devlet yapılanmalarının olağanlaşması söz konusu. Siyasi rejimler halis muhlis zor aygıtlarına evirildiğinden ayaklanmalar da bu nedenle genellikle doğrudan siyasal erke karşı duran bir karaktere bürünüyor. Fakat Arap Baharı ve Yunanistan örneklerini vererek işaret ettiğiniz üzere, örgütlü bir siyasi irade olmadığında tüm bunlara yapılan romantik tezahüratlar beyhude hale gelebiliyor. Hatta “barbarlık” ihtimali çoğunlukla “sosyalizm” ihtimalinden daha kuvvetli bile olabiliyor. Bir de bu “neo-liberal” evrenin kültürel maliyeti önemli bu yüzden. Zira yetmişlerden bu yana devlet yapısının dönüşümüne koşut, emeğin ve toplumun denetim mekanizmalarının da dönüşümü söz konusu. İdeolojik-kültürel denetimin hukuki-siyasi denetime nispeten baskın çıkması -sermaye sınıfının vahşi kapitalizm dönemindeki feodal işbirlikçileri ile ittifaklarını andırır gibi- her yerde fundamentalist grupların, ırkçılığın yahut genel anlamıyla kaba sağ ideolojilerin yükselişini de tetikledi. Her yerde eşit dağılımda olmasa da küresel ölçekte cereyan eden bu kültürel sancının kudretli bir örneğini Türkiye’de tecrübe etmekte olduğumuzu düşünüyorum.

Buna karşın dünyanın her yerinde aynı olmayan şeyler de var. Yekûn reaksiyon kapitalizme karşı olsa da, yalnızca “bağımlı” ülkelerde bu başkaldırıların rejimi tehdit edebildiğini görüyoruz. Örneğin Fransa’da Sarı Yelekliler de büyük ölçüde etkili bir protesto dalgası ortaya çıkardı, fakat Macron’un da Moreno gibi tası tarağı toplayıp kaçacağını tahayyül dahi etmek zor gibi. Siz ne diyorsunuz buna?

Sibel Özbudun: Fundamentalist/ırkçı grupların yükselişinde “ideolojik-kültürel denetimin hukuki-siyasal denetime baskın çıkması”nın etkisi ne kadardır, bilmiyorum. Bana daha çok daha doğrudan ve daha “iktisadi” bir nedenselliğe, emek cephesinin neo-liberal “hücum” karşısında zaafa uğramasına (sosyalist blokun dağılmasının yarattığı mağlubiyet duygusuyla katmerlenen deregülarizasyon, örgütsüzleş/tir/me, “üretken” sektörlerin Güney’e kaydırılmasından kaynaklanan işsizlik “kılıcı”, vb.) bakmak, daha doğru geliyor. Kuzey’de ırkçılığın hızla tırmanışa geçmesi ve işçi sınıfı ve emekçilerden destek görmesi, pozisyonu fena halde gerile(til)miş alt sınıfların, sanayisizleşme dalgası karşısında “mavi yakalı” kimliğini yitirip “etnik bir tortu” olarak açığa çıkan göçmenleri ellerinde kalan son kırıntılara göz dikmiş bir tehdit olarak algılamasından kaynaklanıyor kanımca. Bu algı, kimilerinin “sağ popülist” olarak “masumlaştırdığı” (neo-)faşizan siyasaların yükselişine yol açtı. Bir örnek vereyim; 70’li yılların başlarını Fransa’da geçirdim. İşçi sınıfı hareketliliği açısından harika yıllardı ve sokaklara dökülen Fransız ve göçmen işçilerin ortak sloganı “Français, immigrés, même patron, même combat!/Fransızlar, göçmenler, aynı patron, aynı kavga!” idi. 80’lerde bu sloganın yerini “Touche pas mon pot!/Arkadaşıma dokunma!” aldı. Çünkü artık göçmen, bir fabrikalarda omuz omuza kavga verilecek bir “yoldaş” olmaktan çıkıp, kenar mahalledeki “hoşgörü” ve “insancıl” değerlerle yaklaşılması gereken bir “öteki”ne dönüşmekteydi. Sonra bu slogan da sönümlendi gitti… Kuzey’de durum bu…

Fundamentalizmin yükselişi ise, daha çok “hukuki-siyasal denetim”in öteden beri pek de işlerlikte olmadığı Güney’de yıkıcı etkilerini hissettiren bir durum. Sanırım bir yandan ABD patentli “Yeşil Kuşak” hevesi, bir yandan da Güney’in, ağırlıklı olarak da İslam coğrafyasının (tabii bununla sınırlı olmamakla birlikte) özellikle alt ve alt-orta sınıflarının 20’nci yüzyıl başlarından itibaren “aydınlanmış despotlar” eliyle yönel(til)dikleri “Batılılaşma” karşısında duydukları düş kırıklığıyla bağlantılı. Yani bir kültürel yanılsamanın (“Batı’nın kültürünü, teknolojisini, yaşam tarzını benimsersek kalkınırız”) bir başka kültürel yanılsamayla (“Batı bizim kimliğimizi yok etti ve bu yolla sömürgeleştirdi; ‘öz’(?)ümüze dönersek güçlenir, eski görkemli günlerimize kavuşuruz…”) ikame edilmesi.

Bir başka deyişle, günümüzde “kültür”ün (tabii en ‘vulgarize’ yönleriyle) başat güdüleyici görünümüne bürünmesinin altyapısında, istikrarsızlaşan bir dünya, rotasını şaşırmış bir gidişatta geleceksizleştiklerini hisseden kitlelerin düş kırıklıkları ve kaygılarının yattığını düşünüyorum.

Başkaldırıların yalnızca “bağımlı” ülkelerde rejimi tehdit eder hale gelmesine gelince… Sanırım farkında olarak ya da olmadan “en zayıf halka” kuramından söz ediyorsun… Yani devrimin en gelişmiş kapitalist ülkede değil de, “en zayıf halka”da baş göstereceği yolundaki, Sovyet Devrimi’yle vücut bulan kuram. Bu da bir “kültürel farklılık”tan çok, “merkez-çeper” ilişkileriyle açıklanabilecek bir durum. Çeperlerden devşirdiği kaynaklar, merkez ülkelerdeki siyasal yapıları daha istikrarlı kılıyor, buna karşılık yüzyıllardır (sömürgecilik çağından bu yana) uğradıkları talan, çeperleri hem iktisadi hem de siyasal açıdan daha kırılganlaştırıyor. Latin Amerika ve Güney’in (bağımlı ülkeler) geri kalanının yakın siyasal tarihi, özel uçaklarına (ya da gemilere vb.) atlayarak “patron”larının yanına kaçan diktatörlerle dolu… Örneğin Ekvador’da 1930-40 arasındaki 10 yılda 17 devlet başkanı göreve geldi, her biri, görev süresini tamamlayamadan ya darbe ya da halk ayaklanmaları sonucu devrildi, gitti.

1980’li ve 90’lı yıllardaki “demokrasiye dönüş” süreçlerinin de pek istikrar getirdiği söylenemez. 1996 seçimlerinde iş başına gelen Başkan Bucaram kitlesel protestolar sonucu parlamento tarafından görevden alındı; yerine geçen Rosalia Arteaga’nın başkanlığı iki gün sürebildi; yerine getirilen Parlamento Başkanı Fabian Alarcon, seçimle gelmese de seçimle giden ender devlet başkanlarından oldu. 1998’de seçilen Jamil Mahuad kitlesel protestolar sonucu askeri müdahaleyle istifa etmek zorunda bırakıldı; 2002’de devlet başkanı seçilen Guiterrez 2005’de Kongre tarafından görevden alındı vb. vb…

Bu siyasal istikrarsızlığın gerisinde ise, hiç kuşku yok ki 1970’lere dek doğrudan ABD’nin, ardından da uluslararası mali kuruluşların Ekvador üzerindeki baskıları, halklara dayatılan “kemer sıkma” politikaları (ekonominin dolarizasyonu bunun en önemli parçası oldu) ve yol açtığı yoksullaşma, yoksunlaşmanın boyutları var. Bu “krizler birikimi” ülkeyi “yönetenlerin yönetememe sürecine girdiği” bir hale getirdi.

Fransa gibi “merkez” ülkelerdeyse, emekçi sınıflar 1970’lerden bu yana önemli ölçülerde mevzi kaybına uğramış olsalar da, bu boyutta bir “talan”a maruz kalmış değiller. Diyorum ya, çeperlerden merkeze aktarılan kaynaklar, siyasal rejimleri göreli istikrarlı kılıyor… Bir başka deyişle, Fransa’da “kriz var”, ama bir “yönetememe krizi” söz konusu değil.

Yasin Durak: SSCB’nin dağılmasıyla oturtulmaya çalışılan “yeni dünya düzenine” finansal çıkmazlarla, ithal teknik olanaklarla ve kredilerle eklenen bağımlı ülkelerin payesi bu anlaşılan. Çeperde sık görülen bu “yönetememe krizine” eşlik eden savaşlar, mülteci akışı ve günaşırı derinleşen gelir uçurumu göz önüne alındığında dünya sisteminin gidişatı merkezdeki “göreli istikrarı” da tedavülden kaldıracaktır zamanla. Oysa kapitalizmin “altın çağı” dedikleri dönemlerde Keynesyen modellerin “refah devleti” denilerekten gözümüze sokulduğu bir Kuzey örneği mevcuttu ve sözüm ona “gelişmekte olan ülkeler” için kalkınma serüveninde bir erek olarak sunulurdu. Bugünse artık el yordamıyla sürdürülen dünya sisteminde bu Kuzey modeli bağımlı ekonomilerin de “geleceğini” ifade edebilecek bir jenerik olmaktan çıktı sanki bu yüzden. Neo-liberal dönemde çeperin yüz yıllık kalkınamama sancısının yerini artık bir var olma kaygısı aldı. Haliyle çeperin (sizin ifade ettiğiniz üzere “aynı zamanda hem daha despotik/otoriter/keyfi iktidarlara olanak vermekte hem de sınıfsal çatışmaları daha şiddetlendirmekte” olan) “kırılganlığı” zor aygıtlarının ve şiddet kozunun burada kolaylıkla ve hızlıca öne sürülmesini sağladı.

Kuzey-Güney, merkez-çeper, bağımlı ülkeler vs. ne dersek diyelim, gösterilerde yaşanan can kayıpları ve kolluk kuvvetlerinin başvurduğu şiddetin boyutu göz önüne alındığında, tabiri caizse “eşitsiz ve bileşik bir vahşeti” de görüyoruz. Sırf ekim ayının başından bu yana Irak’taki protestolarda 250’den fazla kişinin, Şili’de 10 kişinin, Ekvador’da beş kişinin yaşamını yitirdiği, çok daha fazlasının yaralandığı söyleniyor. Batılı demokrasilerde yapılan protestolarda ender görülebilecek şeyler bunlar. Evet, Fransa’da Sarı Yelekliler’e de sert müdahalelerde bulunuldu ve can kayıpları yaşandı ancak, Batılı demokrasilerde böylesi bir şiddetin ve dahi kısa sürede yapılan “kitlesel kıyımların” olağan kabul edildiği hiçbir zaman görülmedi. İngiltere’de Mark Duggan ya da Batı’nın pek de gelişmemiş bir neferi sayılan Yunanistan’da Aleksis Grigoroppoulos polis kurşunu ile hayatını kaybettiğinde yaşanan olayları hatırlarsınız. Buna karşın mesela Hong Kong’taki göstericilere kolaylıkla “Çin ordusu size müdahale edecek” uyarısı yapılabiliyor. Türkiye’de sadece kollukla değil, paramiliterler eliyle gerçekleştirilen kıyımı söylememe bile gerek yok sanırım. Kuzey’de “protesto” olarak kabul edilen şeyler buralarda “isyan”, “terör” hatta bazen “darbe girişimi” olarak görülüyor ve sert müdahalelerle bastırılıyor. Sonuçta dünyanın balkonunda “ölüm” olağan addediliyor. Şili’de OHAL ilanıyla sokağa salınan kolluk güçlerinin saldırısının ardından aktivistlerin kayda aldığı “ben savaşta değilim” videosunu biraz da bu yönüyle izlemek gerekiyor sanırım.

Batı kamuoyu çeperde sistematikleşen bu dehşeti her zamanki gibi kınar görünüyor ancak hükümetlerin ve sermaye gruplarının despotik rejimlerle hiçbir sorunu olmadığı ortada. Örneğin en son yaşanan şeylerden biri şu: Vergilere karşı yükselen protestoların bastırılması için ülkede yatırımcıları olan Kıbrıs, Ürdün ve Yunanistan savaş helikopterleri çalışmayan Lübnan’a hava desteği nakletti. Çeperdeki rejimler kırılgan ancak direnişçilerin göze aldığı risk de yüksek. Hal böyle iken, kapitalizme karşı verilen mücadelenin merkezde ve çeperde ortaklaşma ihtimali veyahut da ortaklaşabileceği dinamik nedir hocam?

Sibel Özbudun: Doğrudur, bugün Kuzey (ya da daha yalın tanımıyla emperyalist) ülkelerin çepere sunduğu bir “kalkın(dır)ma” vaadi ya da imajı yok. Ben buna “Batı’nın Kuzey’leşmesi” diyorum. “Gelişmiş” dünyaya kabul edilmek için önkoşul olarak öne sürülen “Parlamenter demokrasi, insan hakları, laiklik, liberal değerlere bağlılık vb.” “Batılı” değerlerin esamisi okunmuyor artık. “Yeni Dünya Düzeni”ne entegre olmanın tek koşulu var: Talan edilebilir bir şeyler sunmak: İşgücü, enerji kaynakları, stratejik konum, nehirler, gen havuzu, ormanlar, tüketme kapasitesi, hatta çöplerin kabulü… “Kültürel” bir önerme olan “Batı”, yerini açık ve sınır tanımaz bir müsadere ve talan girişimi olarak Kuzey’e bıraktı. Bu anlamda artık Kuzey, örneğin Batı’nın olduğu gibi, ne bileyim bankaları, demir çelik fabrikalarının yanında Shakespeare’i, Kant’ı, Baudlaire’i de olan bir “Kültürel coğrafya” değil. Talan etmeye niyetlendiği coğrafyaların parlamenter demokrasiyle yönetilen, laik, liberal “ulus-devlet”ler olmasıyla fazla ilgilenmiyor. Yeri geldiğinde Taliban, yeri geldiğinde darbeci bir general, yeri geldiğinde “ılımlı” bir siyasal İslamcı, yeri geldiğinde bir aşiret reisi, yeri geldiğinde uluslararası finans kurumlarından yetişmiş bir bankacı… Yeter ki talan düzeni engelsiz sürsün…

Sibel Özbudun

Sanırım söyleşimizin başında da söyledim; kapitalizm bugün artık sürdürülebilirliğini yitirdi. “Yaratıcı yıkıcılık”tan “yıkıcı yıkıcılık”a evrildi. “Gemisini kurtaran kaptandır” evresinde olduğumuzun, dünyanın siyaseten, militarizm açısından, ekolojik dengeler açısından “son”a yaklaşmakta olduğunun herkes farkında aslında; dünyayı sürükledikleri halden kapitalistler dahi kaygılı: Uzayda yaşam olanaklarına duyulan ilgi, ya da süper zenginlerin yer altında inşa ettirdiklerine dair haberler medyaya yansıyan bol tedarikli, nükleer-geçirmez sığınaklar vb. vb. bunun işareti. Ama sistem zincirinden boşandı bir kere… Daha doğrusu “zincirinden boşanmış bir işleyiş” kapitalizmin tabiatında var… (“Bir öyle şaşılası dünya ki burası, /balıklar kahve içerken /çocuklar süt bulamıyor./İnsanları sözle besliyorlar,

domuzları patatesle…” derdi Nazım…)

Ancak, bu “sürdürülemezlik”, “eşitsiz gelişme yasaları” doğrultusunda, dünyanın farklı bölgelerinde farklı yaşanıyor, farklı alımlanıyor tabii. Örneğin sahile vurmuş Kürt Alan bebek anası-babası için farklı, gece vakti Akdeniz’i sallarla aşmaya çalışan kaçak göçmenler için ayrı, sahile vurduğu kumsalda paket tatillerinden azami ölçüde yararlanmak isteyenler için ayrı, olayları TV ekranlarından izleyenler için ayrı bir anlam ifade ediyor… Bir metaforla, gemi batıyor, ama kıçı dibi boylarken burnu havaya dikiliyor.

Bu anlamda bugünkü koşullarda Kuzey’de ve Güney’de eş zamanlı ve eş ağırlıkta bir kalkışma beklemek, ham bir hayal olur, kanımca. Ama çeper ülkelerdeki ayaklanmalar siyasal önderlik yokluğu nedeniyle heder olmadan kapitalist sistemden kopuşlara yol açarsa, merkezde de hayattan, özgürlükten ve eşitlikten yana radikal bir dönüşümün yolunu döşemiş olurlar.

Exit mobile version