Hatice Demir*
İnsan hakları kavramı, genel olarak insanın insan olmaktan kaynaklanan hak ve özgürlükleri ifade eder. Bu haklar her türlü sosyal politika, kamusal yarar veya siyasal kaygının üzerinde yer alan vazgeçilmez ve devredilmez haklar olup herkese karşı ileri sürülebilir. Hukuk bireyleri genelleştirerek soyut bir kategori olarak ele alır. Bu soyut “insan”ın cinsiyet bakımından nötr olduğu varsayılır. Ancak tarihsel olarak kadınların insan haklarının ihlal edilmesi insan hakları kapsamında değerlendirilmediğinden “kadının insan hakları”nı gündeme getirmiş, kadınların insan haklarının insan hakları literatüründe toplumsal cinsiyet bakımından “ana akımlaştırılması” hedeflenmiştir.
DÖRT DUVAR ARASINDA KADIN
Tarihsel olarak baktığımızda, patriarkal sistemin kadınlar üzerinde kurduğu tahakküm kadının ekonomik ve siyasal yaşama katılımın dışında bırakılmasına, temel sorumluluk alanı olarak çocuklara bakma ve ev işleri gibi özel alanda yüklenen rollerle sınırlamaya ve böylece kadını ikincilleştirerek erkeklere bağımlı kılmaya zorlamıştır. Erkek hem kamusal alanda hem özel alanda egemen iken, kadın özel alana kapatılarak erkeğin insafına terk edilmiştir. Öyle ki, kadının kişi olarak varlığı bile yakın tarihe kadar kabul görmemiştir. Ancak 19’uncu yüzyılın ikinci yarısından itibaren feminizmin bir toplumsal harekete dönüşmesiyle kadınların haklar için mücadelesi başlamıştır. Özellikle Sanayi Devrimi ile kadınlar çalışma yaşamına katılmıştır. Kadınlar ilk defa “eşit işe eşit ücret” talebiyle sokağa çıkmıştır. Daha sonra kadınlar kamusal hizmetlere katılma hakkı, kanun karşısında erkeklerle eşit haklar, oy kullanma hakkı, eğitim ve istihdamda fırsat eşitliği konusunda örgütlenip mücadele ederek büyük kazanımlar sağlamışlardır. Ve özel alanın politik olduğunu belirterek ailedeki iktidar ve güç ilişkisinden kaynaklanan sorunları kamusal alanda tartışmaya açmış çözüm aramışlardır. Tüm bu mücadelelere rağmen 20’nci yüzyılın ilk yarısında hazırlanan bütün uluslararası belgeler “cinsiyet körü” olmaya devam etmiştir. Çünkü hukuk, bütün sosyal, ekonomik ve kültürel yapılarda olduğu gibi, erkek egemen bakış açısıyla oluşturulmakta ve kadının ikincil konumunu sürdürmeye aracılık etmektedir.
Uluslararası insan hakları hukukunun kadınların deneyimlerini yansıtmadığı ve kadınların maruz kaldığı ihlallere duyarsız kaldığı feministler tarafından çokça eleştiri konusu yapılmaktadır. Uluslararası insan hakları paradigmasının temel kaygısı özellikle devletin kurum ve aktörlerinin sebep oldukları “zarar” ve “kötü muamelenin” ortadan kaldırılması olduğundan, cinsiyete dayalı ayrımcılığa sebep olan yapısal eşitsizlikleri ve bunlarla kesişen özel ve kamusal alandaki güç ilişkilerini göz ardı etme eğiliminde olmuştur. Mesela işkence uluslararası insan hakları belgelerinde yasaklanmış iken ev içinde erkeğin kadına uyguladığı bir tür işkence olan eziyet suçu bu belgelerde düzenlenmemiştir. Böylece özel alan sayılan ev içinde veya yakın ilişki içinde meydana gelen ihlaller/şiddet mahrem kabul edilerek devlet koruması dışında bırakılmıştır.
Buna karşın kadınların haklarının bir insan hakkı meselesi olarak kabul edilmesi, küresel kadın hareketinin uzun ve zorlu mücadelesi sonunda kabul görmüştür. Çünkü ataerkil kültür ve bu kültürden beslenerek oluşturulan hukuki belgeler erkeğin menfaatlerini korumakta, kadın deneyimi ve perspektifini yansıtmamaktadır. Bu nedenle kadınların özgül konumlarından kaynaklanan sorunların dile getirilmesi, tanınması ve dolayısıyla da çözülmesi gecikmiştir.
Mesela kadına yönelik şiddetin bir insan hakkı ihlali meselesi olarak kabul edilmesi ancak 90’lardan itibaren mümkün olabilmiştir. Kadınların insan hakları önemli oranda uluslararası belgelere girerek yasal güvenceye kavuşturulmuştur. Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi (CEDAW) ve Kadınlara Yönelik Şiddet ve Ev İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadele Hakkındaki Avrupa Konseyi Sözleşmesi (İstanbul Sözleşmesi) bu anlamda en önemli belgelerdir. CEDAW “kadınların uluslararası anayasası” olarak bilinir ve temel özelliği, ayrımcılığı tanımlaması ve yaşamın her alanında kadına yönelik ayrımcılığı yasaklamasıdır. İstanbul Sözleşmesi ise hem özel alanda hem de kamusal alanda kadına yönelik her türlü şiddetin önlenmesini ve bunlarla mücadeleye ilişkin standartları belirler ve şiddeti yaşamın her alanında yasaklayarak hukuki ve fiili eşitliğin sağlanmasını düzenler. Ancak bugün durduğumuz noktada mevcut yasal güvencelerin kadınları ve kadınların insan haklarını korumaya yetmediğini görüyoruz. Kadına yönelik şiddet yasak, ama rakamsal veriler tüm dünyada kadına yönelik şiddetin tavan yaptığını gösteriyor. Kadının boşanma hakkı var ama maruz kaldığı şiddete dur deyip ayrılmak isteyen kadın öldürülüyor. Bin bir engeli aşıp ayrılabilen kadının nafaka hakkı var ancak malum nedenlerle nafaka ya verilmiyor ya da verilen miktar bebek bezini bile karşılamıyor. Kadının eşit işe eşit ücret ve mesleğinde yükselme hakkı var ama gel gör ki ilk gözden çıkarılan işçi kadın, yönetici pozisyonları ise büyük oranda hep erkeklerin. Kadının miras hakkı var ama mal paylaşımından sadece erkekler pay alıyor. Evlilik içinde tecavüz yasak ama kaç koca evlilik içi tecavüzden yargılanıyor? Kadınların ifade özgürlüğü var ama sivil toplum çalışmalarında, meslek örgütlerinde, devletin tüm kademelerinde söz sahibi olup kadınlar adına da konuşanlar hep erkekler. Toplanma ve örgütlenme hakkı var ancak erkek şiddetine dur demek için sokağa çıkan kadınlar polis şiddetine maruz kalıyor. Kadının siyasete katılma, seçme ve seçilme hakkı var ama Kürt seçmenin seçme ve seçilme hakkı tanınmıyor, Kürt illerine atanan kayyımların ilk hedefi eş başkanlık oluyor. Kadınlara yönelik baskı ve hak gaspları saymakla bitmeyecek kadar çok…
Bütün bunlar kadınların, insan haklarından erkeklerle eşit bir şekilde yararlanmadığını göstermektedir. Bu nedenle 21’inci yüzyıl demokrasilerinde kadının insan hakları en önemli siyasal, toplumsal ve hukuki meseledir.
*Avukat, Diyarbakır Barosu