Meral Danış Beştaş*
Kültürlerin harmanlandığı, farklı inançtan, farklı dilleri konuşan yurttaşların bir arada ördüğü birlikteliğin coğrafyasıdır Türkiye. Zaten bu yüzden değil midir, Türkiye’yi anlatırken siyasetçiler, sanatçılar, aydınlar mutlaka bu çok renkliliğe, çok kültürlülüğe atıflar yaparlar. Ancak tüm bu anlatımlar hep söylem düzeyinde kalır, gündelik yaşama yansıması ise hep yasaklar bazında olur. Bu rengârenk çiçek bahçesi içerisinde yurttaşlara dayatılan tek şey ise; tek dil, tek millet, teklik olgusudur. Binlerce yıldır ilmek ilmek örülen bir arada yaşama darbe vuran bu tekçi zihniyet; kültürleri, dilleri birer birer öldürmekten başka bir netice vermemiştir.
Türkiye’de konuşulan dillere dair çeşitli araştırmalar yapılmış olup elde edilen verilere göre 36 farklı dilin konuşulduğu tespit edilmiştir. 36 farklı dile ev sahipliği yapan bu kadim coğrafyada dile vurulan kilit, ne yazık ki bir cinayet hadisesi ile eşdeğerdir. Dilin medeniyetin aynası olduğu söylemi ile değerlendirdiğimiz vakit, kuşakların bu aynadan mahrum büyütüldüğünü, aynaların hep kırık dökük bırakıldığını söylemek mümkün.
Dil; bireysel ve kültürel kimliğin oluşumunun can damarıdır. Yani dil, bireyler için olduğu kadar sosyolojik ilişki bakımından da bireyin kendini tanımlaması noktasında temel bir kaynak teşkil etmektedir. Buradan hareketle, ulusal dilde zorunlu eğitim, kamu makamları önünde ulusal dilin kullanılma gerekliliği gibi uygulamaların bir ülkede dilsel bütünlüğü yaratmak amacına yönelik olarak şart koşulmasına karşın, anadil kullanımının topyekûn engellenmesi toplumsal kırılmalara ve hatta telafisi imkânsız zararlara yol açmaktadır. Kuşkusuz anadil kullanımının engellenmesinin, kültürel haklara verdiği zarar kadar yaratacağı başka etkiler de söz konusudur. Kamusal alanda anadil yasağından kaynaklı olarak hastanelerde kendini ifade edemeyen vatandaşlara uygun tedavilerin uygulanamadığı, mahkemelerde anadilde savunma imkânının kısıtlılığından ötürü kendini savunamayan bireyin uğradığı zararı geniş kapsamlı değerlendirmek durumundayız. Uğranılan zararların çeşitli boyutları mevcuttur. Zira aynı coğrafyada anadil kullanımına getirilen yasaklar nedeniyle dilinde kendini ifade edemeyen veyahut da hâkim dili bilmediği için meselesine çözüm bulamayan yurttaşların yaşadığı çileler, maruz kaldıkları hak kayıpları bilinen bir olgudur.
Bireyin dilini kullanımına dair hakları dil hakları kapsamında olup bu haklar; ayrım yasağı, ifade hürriyeti ve özel yaşama saygı gibi genel insan hakları standartlarından doğmuştur. Dili kullanım özgürlüğü, ifade özgürlüğü ile doğrudan ilgilidir. Uluslararası sözleşmelerde dil haklarıyla ilgili azınlık dillerinin eğitim, yargı, kamu yönetimi, medya ve ekonomik, sosyal ve kültürel hayatta kullanımıyla ilgili çeşitli düzenlemeler yapılmıştır. Bu kapsamda, özel işler ve ticari ilişkilerde, idari makamlar önünde ve kamu hizmetlerinde, medyada, yargı makamları önünde ve eğitim alanında azınlık dilinin kullanımı ile azınlık dillerinde ad ve soyada sahip olmak gibi dil haklarından bahsedilmektedir. Bu husus uluslararası hukuk tarafından benimsenmiştir ve azınlıkların dilsel haklarından çok kanun önünde eşitlik ve ayrımcılığa tabi tutulmama ve adil yargılanma koşullarının sağlanmasıyla ilgilidir. Azınlıklar, kendi anadillerini kamu otoriteleriyle olan ilişkilerinde kullanma haklarını, geleneksel olarak var oldukları bölgelerde, önemli sayıda oldukları zaman ve yeterince talep olduğu takdirde elde etmektedirler. Ancak Türkiye’de, böylesi bir talep devlet tarafından adeta “teklif dahi edilemez” düzeyinde bir yaklaşıma tabi tutulmuş ve yukarıda da ifade etmiş olduğum üzere 36 farklı dilin var olduğu bu topluma yalnızca tek dil dayatılmıştır. 80 milyon nüfusu olan Türkiye’de 20 milyonu aşkın Kürt, anadilinde kamu hizmeti görmekten, anadilinde eğitim yapmak hakkından yoksun bırakılmaktadır. Kürt illerinde neredeyse herkesin Kürtçe bildiği, Türkçeyi bilmeyen yurttaşların ise çok sayıda oluşu nazara alındığında kamu hizmetlerini anadilinde alamıyor oluşları son derece vahim ve açık bir ayrımcılığa tekabül etmektedir. Anayasanın öngördüğü askerlik görevi, vergi yükümlülüğü gibi yurttaşa yüklenen görevleri yerine getirmek durumunda kalan yurttaşlar, kendi ödedikleri vergilerle sağlanan kamu hizmetlerinden yoksun bırakılmaktadırlar.
Nitekim 2002-2004 yılları arasında o meşhur Avrupa Birliği’ne giriş sürecinde, AB’nin çok kültürlülük felsefesi ekseninde uyguladığı politikalara uyum sağlayabilmek, AB üyeliğinin siyasi kriterleri olan Kopenhag Kriterlerinin gereğini yerine getirmek amacıyla “3984 Sayılı Radyo ve Televizyonların Kuruluş ve Yayınları Hakkında Kanun” gözden geçirilerek, kanuna yapılan eklemeyle, Türkçe dışındaki farklı dil ve lehçelerde yayın yapılması mümkün hale gelmiştir. 2004 yılında yapılan yeni düzenlemeyle TRT’ye verilen tekel kaldırılmış, yayın yapabilme hakkı ulusal radyo ve kanallara da tanınmıştır. Bahse konu düzenlemeler, Türkiye’deki yasaklayıcı dil politikasının terk edilmesinde önemli dönemeçlerden birisi olarak anılmaktadır. Madem Türkiye’de diğer anadillere ilişkin böylesi bir uygulama söz konusu olabiliyor, o vakit neden diğer kamu hizmetleri bu çerçevede yerine getirilmiyor? Yani, yasal çerçevede Türkiye’de konuşulan anadillerde yayın politikası izlenebiliyorsa, hastanelerde, mahkemelerde, toplu taşıma araçlarında, vergi dairelerinde, tapu müdürlüklerinde kamu hizmetleri neden anadillerde verilmiyor? İnsanların kendilerini daha iyi ifade edebileceği ve işleyişe ilişkin hususları en iyi bildiği dil üzerinden kavraması yaşamın doğası gereğidir. Bu nedenle de kamusal hizmetlerin anadillerde yerine getirilmesi insan hakları ve dilsel haklar açısından bir zorunluluk olduğu kadar hayatı kolaylaştırıcı etkisi bakımından da son derece önemlidir.
Ancak ne var ki; bu ülke halklarının ekmek gibi su gibi ihtiyaç duyduğu kendini anadilinde ifade etmesi mevzu, siyasi iktidarlar tarafından siyasi malzeme olarak görülmenin ötesine geçememiştir. Mevcut iktidar döneminde televizyon kanallarında başlayan anadilde yayın hizmetleri gibi gelişmeler yalnızca iktidarın reklam kampanyasının görünen yüzü olmuştur. Aysbergin geriye kalan kısmında ise yasakların hâkimiyeti devam etmektedir. Nitekim artık buzdağının tüm katmanları görünür olup, tekçilik tüm katmanları ile bu topluma yansıtılmakta ve dayatılmaktadır. Bahsettiğim mevzuya ilişkin en belirgin örnek, kendi yasama faaliyetim çerçevesinde tezahür etti. “Kamu Hizmetlerinin Anadillerde Yerine Getirilmesi Hakkında Kanun Teklifi”ni TBMM Başkanlığı’na sunarak bu hususta bir adım atılması gayesi ile bir çalışma yürütmekteyim. Bu kapsamda bir kanun teklifini 26. Yasama Dönemi’nde TBMM Başkanlığı’na sundum ve bahse konu teklif TBMM bünyesinde ilgili komisyonlara havale edildi. Her ne kadar genel kurul gündemine gelmemiş olsa da TBMM yasama çalışmaları arasında yerini aldı. 27. Yasama Dönemi’nde de aynı teklifi aynı Meclis Başkanlığı’na sundum. Ancak bu kez, ilgili kanun teklifi, Anayasa’nın 3. Maddesinde ifade edilen “Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir.” hükmüne ve bunun 4 üncü maddede ifade edilen “değiştirilemeyecek hükümler”den olması gerekçesine dayanılarak reddedildi. Sunulan metin aynı, sunulan merci aynı, ancak zihniyet farklı! İlgili kanun teklifinin 26. Yasama Dönemi için Anayasa’ya uygun bulunması ile şu anda Anayasa’ya aykırılık gerekçesi ile iadeye konu edilmesi arasındaki fark; esasen ülkenin içinde bulunduğu durumu da gayet iyi özetlemektedir. Yurttaşların gündelik yaşam içerisinde en iyi bildikleri dille kendilerini ifade etmeleri ve en iyi anlayabildikleri dilde hizmet talep etmeleri en temel insan haklarındandır. Ötesi açık bir ayrımcılığa hatta ötekileştirmeye girmektedir. Dil hakları çerçevesinde, bireylerin aldıkları hizmetlerin amacına ulaşması ve iletişim kanallarının zenginleşmesi bakımından bu kanun teklifinin yaşama geçmesinin bir arada yaşam için harç görevi göreceği tartışmasızdır. Ancak ne yazık ki bahse konu kanun teklifimin yaratacağı etki ve sağlayacağı fayda göz ardı edilmiş ve iktidarın tekçi zihniyeti devreye girmiştir.
Dilin, kimliğin, kısacası varoluşa ilişkin her şeyin yok sayıldığı, nefret söylemlerinin sıradanlaştığı, kutuplaşmanın hâkim olduğu bir ortamda bu ortamı sağlayan ve besleyen dilin kardeşliğinden de söz etmek de ne yazık ki mümkün olamıyor. Binlerce yıldır bu topraklarda dili ile kimliği ile inancı ile birbirine kenetlenme arzusu içerisinde olan halkların dillerine vurulan kilit bu ülkenin yüreğine vuruluyor aynı zamanda. İnsanları birbirine sırf Kürtçe konuştuğu için düşman eden tekçi anlayış, aldığı vebalin farkında mı bilinmez. Ancak farkında değilse de farkına varmalı ve bu topraklara ait olan, birbirimizi zenginleştiren, güzelleştiren, birleştiren ne varsa hepsine sahip çıkacak adımlar atmalıdır. Ve elbette o adımlar şimdi atılmasa bile yüzyılların birikimi ile en zor şartlar altında dahi, tüm kuşatılmışlıklara direnen dile kilit vurulmaz, vurulamaz! Anadili, kişinin varoluşundan gelen en güzel sesidir ve bu güçlü sesimiz bir barış çığlığı olarak her yerde yankılanmaktadır. Dillere vurulan kilitlerin kalktığı özgür günlerin en yakın gelecekte ellerimize doğacağı inancı ile halkların 21 Şubat Uluslararası Anadil Günü’nü kutluyorum.
*HDP Siirt Milletvekili