Harry Leslie Smith *
Kuzey yarıkürenin yaz mevsimine girmesiyle beraber, savaş ve yoksulluktan uzak bir hayat sürme gibi insanî bir haktan mahrum edilmiş mültecilerin acı dolu çığlıkları nedeniyle sükûnet duygum örselendi. Belki de ileri bir yaşta olmak ve yakında öleceğimi bilmek beni öfkelendiriyor ve sessiz kalmamaya itiyor.
Akranlarımın inşa ettiği dünya, sağcı popülistlerin ve umursamaz kapitalistlerin ellerine terk edilirken, arkama yaslanıp vicdanım rahat biçimde oturamam. Büyük Buhran ve İkinci Dünya Savaşı birçok insanın ölümüne ve birçok hayatın ezilmesine neden oldu. Bu yüzden Avrupa ve Asya’daki demagoglarla beraber Donald Trump eliyle inşa edilmeye başlanan faşizm mimarisinin rakipsiz kalmasına da izin verilmesine tahammül edemiyorum.
Ben, (elindeki) tek silahı 20. yüz yıldaki felaket öykülerine dayanmak olan ve yeni nesillere gençliğinde şahit olduklarını ve deneyimlediklerini anlatmaktan korkmayan, yaşlı bir adamım. Hatıralarımın, özellikle da savaş ya da zulüm nedeniyle ülkelerinden kaçanların sağaltılması söz konusu olduğunda, bir daha yaşanmaması gereken şeylere dair bir çeşit vasiyet olmasını istiyorum.
Bu sebeple, yaşım neredeyse 100 olmasına karşın, iki gün önce Ottawa’ya yolculuk yaptım; çünkü, yaşanan mülteci krizi söz konusu olduğunda, Kanada’nın (çözüm için) liderlik gösterdiğini düşünüyorum. Justin Trudeau’nun genel sekreteri Gerald Butts ile görüşmeye geldim; zira, 95 yaşındaki son çırpınışımın neden mülteci kriziyle ilgili olduğunu açıklamak istedim.
İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI’NIN KORKUNÇ ANILARI
Bu toplantıda, mülteci (hakları) savunuculuğumun nasıl başladığı soruldu. Benim açımdan, bağlı olduğum RAF (Royal Air Force/Kraliyet Hava Kuvvetleri) biriminin Hollanda-Almanya sınırı yakınında üs kurduğu 1945 yılının Nisan ayının sonuna doğru, bir akşamüstü başladı.
Halifax’ın çirkin bir bölgesindeki annemin iki katlı evinden uzakta, gürleyen topçu bataryaları, kulağımda fundalıklara düşen yıldırımların sesi gibi çınlıyordu; yanmış haldeki Alman araçlarının ve karayolunun kenarında yatan şişmiş at cesetlerinin oluşturduğu savaş kalıntılarına karşın, etrafımı çiçek açan bahar çiçeklerinin kokusu sarmıştı.
Bütün Avrupa, savaşın, açlığın, yaraların, kayıp ve ölümlerin acısını yaşadı. Bizler, bir kıtanın tamamını katleden faşizmin cinnetinden kanayan bir kuşak olduk. Buna karşın, savaş masumiyetimizi çalmış olsa da insanlık benim kuşağımı terk etmemişti.
Bu nedenle, o gece çok sayıda mülteci çocuk mangallarımızda pişirilen güveç kokusu nedeniyle bahçe çitimize geldiğinde, bugün Avrupa ve Amerika’da birçok iyi beslenen insanın yaptığı gibi o çocuklara sırtımızı çevirmedik. Hayır, onlara yiyecek verdik, onlarla oyun oynadık ve Kızıl Haç gelip onları güvenli bir yere götürene kadar onlara güvenli bir yer verdik.
ONURLU VE GÜVENLİ BİR YAŞAM HERKESİN HAKKI
Geriye bakıp farklı bir hayatın nasıl olduğunu düşündüm; zira, hepimizin isteği, bir refah devletinin koruması altında onurlu biçimde yaşlanma hakkıydı. Bir düşünün: İkinci Dünya Savaşı’nın küllerinden Birleşmiş Milletler oluşturuldu ve insan hakları için yazılan, kabul edilen ve onlarca yıl boyunca kutsal ve dokunulmaz olarak düzenlenen bir beyanname kabul edildi. Irak Savaşı’nın sonucundaysa, IŞİD şiddeti ve Ortadoğu’da yaşanan topyekün istikrarsızlık ortaya çıktı.
Bu çağdaysa ucube bir eşitsizlik ve cehalet içinde yaşıyoruz. Popülizm ve faşizm, zafer kazanmış bir spor takımının bir kentte yaptığı geçit töreni gibi dünya sahnesinde ilerliyor. Donald Trump yönetimindeki Amerika Birleşik Devletleri, mülteci çocukları hapsediyor, BM Konseyi’nden çekiliyor ve diğer halklara ilişkin insaniyetten uzak nitelendirmelerde bulunuyor. bunları yapmak, Nazi Almanya’sından Ruanda’ya kadar, daima bir soykırımın alameti olmuştur.
İtalya’da, Mussolini’nin göğsünü kabartacak bir sağcı fraksiyonu da içine alan yeni bir koalisyon hükümetinin Akdeniz’i tarayan mülteci kurtarma gemileri, Afrika’yı (İngiltere) Maidenhead’deki nehirde yüzebilecek kadar bile güvenli olmayan teknelerde terk eden çaresiz insanları engelliyor. Bu adamlar, kadınlar ve çocuklar bu yolculuğu yapıyorlar; çünkü, kendi ülkelerinde kalmak, sadece zenginlere fayda sağlayan ekonomilerinden dolayı kesin ölüm, sürekli tecavüz ya da perişanlık anlamına geliyor.
Daha da kötüsü, İtalya İçişleri Bakanı, geçmişteki Roman karşıtı Naziler gibi, onları ulusal sınırlarından dışarı atmak ve sonsuz bir mülteciliğe mahkûm etmek için listeler hazırlıyor.
FAŞİZMİN PAYANDASI, VURDUMDUYMAZ İNSANLARDIR
Beni en çok rahatsız eden şey, her gün karşılaştığım, karnı tok, düzenli bir işi olan ve hevesle tatile gitmeyi bekleyen, buna rağmen yine de mültecileri yozlaşmış dolandırıcılar olarak itham eden insanlardır. Onlar kendi bencilliklerinde yaşarken, Nazilerin ölüm kamplarında ya da Stalin’in gulaglarında (zorunlu çalışma kamplarında) olduğu gibi, ırkçı miyopluk, bireysel düzeyde aynı dehşete maruz kalan çok fazla kişinin soluduğu kötü niyetli bir gelgit haline geldi.
Günümüzde, yeryüzünde yerinden edilmiş 64 milyon insan var. Onlar, ya kalabalık kamplarda yaşıyor ya da hayatlarını kurtarmak için tehlikeli topraklarda kaçıyor ve Vezüv Dağı’nın homurtularını yok sayan Pompei halkı gibi, aynı inatla bu krizin uyarı işaretlerini görmezden gelen Batı ülkelerinde bir sığınak arıyorlar.
İşte bu sebeple, 95 yaşımda, insanlığın varlığını sürdürebilmesinin önündeki adım adım büyüyen bu tehlikeye karşı daha fazla sessiz kalamam. Dünyada yaşamak için geriye kalan zamanımı, bu çılgınlığı sona erdirmek için mülteci kamplarını, hükümet liderlerini ve sıradan insanları ziyaret etmek amacıyla kullanıyorum.
MESELE BENİM DEĞİL, ADİL DÜNYANIN ÖLÜMÜ
İlerlemiş yaşımdan ötürü bu seyahatlerden birinde ölme ihtimalim yüksek ama kendi sonumla ilgili bir endişe duymuyorum. Sadece az sayıdaki insanın değil, bütün insanların huzur ve refah hakkına sahip olduğuna inanılan bir dünyanın sonu, beni daha fazla endişelendiriyor.
Medeniyet ışığının Donald Trump benzeri birisi tarafından söndürülmesine göz yumamayız; bu nedenle, ona direnmeli ve mülteci krizinin sona ermesine yardımcı olmalısınız. Bu doğrultuda, hükümet temsilcilerini mültecileri destekleyen mektuplara, e-postalara ve tweet’lere boğmanızı rica ediyorum; zira, bizim kaderimizi onlarınkinden ayıran şey, yalnızca incecik bir kader ağıdır.
*Harry Leslie Smith, “Don’t Let My Past Be Your Future” (Geçmişimin Geleceğiniz Olmasına İzin Vermeyin) adlı kitabın yazarıdır.
Yazının aslı The Independent‘ta yayınlanmıştır. (Çeviren: Tarkan Tufan)