Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

Ramazan güzeldir


YORUM | YUSUF ÜNAL

Ramazan güzeldir… Usul usul sokulur insana, yoklaya yoklaya, habercilerini göndere göndere… Geldiğini hissedemezsin bazenleri, ancak bir anda yakalayıverir insanı… Aç bırakır, suyu hatırlatır ona… Gözlerinin ferini, dizlerinin dermanını azaltır onun…

Ama, ama; dünyanın bütün halleri gibi bunlar da geçicidir. Daha dördüncü sahura kalkmadan bir bakmışsın alışıvermişsin, hiç gitmemiş, hiç gelmemiş gibi. Ramazan güzeldir, yaz Ramazanları daha bir güzeldir, imanını gevretir adamın, oruç tuttuğunu hatırlarsın, kul olduğunu…

BU YAZIYI YOUTUBE’TA İZLEYEBİLİRSİNİZ ⤵️

Soğutulmuş sulu karpuzlar, kabuğuna toprak sinmiş kokulu kavunlar, tarçınlı reyhan şerbetleri, pezikli soğuk ayran aşları ve elbette akıyla, karasıyla, tatlısıyla, mayhoşuyla salkım salkım üzümler… Arabaların seyrek geçtiği ara sokaklardan geçmeye doyum olmaz Ramazanlarda, mutfakların kapı veya pencereleri her dâim açıktır ve habire kokular salınır şehre; tavada kızaran patlıcan, tencerede kaynayan çorba, fırında pişen tavuk ve susamlı Ramazan pidesi.. bir kokular geçididir Ramazan ve sesler…

Bedenin enerjisini mide meşgul etmeyince diğer duyuların o enerjiden aldığı pay artığından mıdır nedendir, oruçluyken burnumuz ve kulaklarımız daha iyi işler.

Çoklarımız için bazı kokular gibi bazı seslerin de yalnızca Ramazanlarda duyulması bundan ileri gelmeli. Çünkü ancak o zamanlarda kulak verebiliyoruzdur onlara. Gün görmüş bir iğdenin dallarına tünemiş dipdiri serçe sesleri mesela, cıvıl cıvıl.. koltuğa çöreklenmiş uyuşuk kedinin âheste hırıltısı, mutfaktan gelen çatal kaşık sesleri, minarelerden yükselen ezanlar, teravihlere eklenen salavatlar, beyaz tülbentlerini başlarına çekmiş nenelerin Kur’an mırıltıları, dedelerin yarı sesli yarı sessiz şükür ve istiğfar talepleri.. belki de bir komşunun tülleri uçuşan, penceresi açık odasından sızan bir ney, haydi olmadı hevesli bir öğrencinin acemi flütünün sesi.. gitarla çalınan bir yunus ilahisine de rasgelmeniz mümkündür, “Hak bir gönül verdi bana, ha demeden hayran olur,/ Bir dem gelir şadi olur, bir dem gelir giryan olur./ Bir dem sanasın kış gibi, şu zemheri olmuş gibi,/ Bir dem beşaretten doğar, hoş bağ ile bostan olur.”

*

Hatırlayabildiğim ilk iftarlarım elbette çocukluğuma ait. O zamanlar bir dağ kasabasında, baba ocağında yaşıyorduk, yurdumuzdan yuvamızdan koparılmamıştık henüz; dedelerimiz, amcalarımız, teyzelerimiz, arkadaşlarımız, baba dostlarımız, komşularımız vardı. Tavuklarımız, ineklerimiz, keçilerimiz, kuzularımız, finolarımız, kekliklerimiz bile… Evimiz yamaca, bir koca dağın eteğine kurulmuş kasabanın adeta çatısı idi, Harab’ın en yukarısındaydı. Balkonu, pek çok şey gibi tahtadan yapılmıştı, bütün kasabayı eteklerine serer, bana Masa Dağı kadar geniş görünürdü.

Geçmişi kristalize ederek hatırladığımıza kuşku yok ama bundan pek şikâyetçi olduğum söylenemez, başka türlü nasıl tutunur insan hayatın ipine? Elbette kötü hatıraları unutarak, daha iyisi; onlarla barışarak…

Anamlar ekmek odasındaki sacın üstünde otlu katmer pişirmiş ve onları yağlamış olurlardı. Babamlar ya bahçede asmanın veya kiraz ağacının, şeftali fidanın, domates fidesinin sararmış yapraklarını ayıklar ya bir ağacın dibindeki havuzu temizler, keçilerin abana abana yıprattıkları çitleri sağlamlaştırır ya kekliklere doğramak için ot toplarlar yahut üçü dördü bir arada sokakta volta atar, bir damın ucundan Yokarı Bahça’ya baka baka, bütün ömürleri orada, öylece geçmiş gibi koyu bir sohbete kaptırırlardı kendilerini. Normal zamanlardaki hararetli kahve muhabbetlerine hiç benzemezdi bu halleri; sesleri hep ölçülü, tavırları kibardı. Sanırım Ramazan adam ederdi onları. Ne orucun başlarına vurduğu ne sigara krizine girdikleri var aklımda, varsa yoksa o dağ adamlarının munis ve mütevekkil halleri…

Nedendir bilmem, hiçbiri çocukların oyunlarına karışmazdı, çocuklar çocuklarla oynardı. Ebeveynler henüz çocuklarına oyun arkadaşı da olmak zorunda kalıp onu da yarım yamalak yapmıyorlardı. Biz çocukların en büyük zevki ve heyecanı “ezan beklemek”ti. Camiye en yakın dama kadar iner, müjdeyi ilk veren olmak için kulaklarımızı dört açardık. O beş-on dakikalık süre içinde dünya dururdu. Gözlerimiz görmez, ellerimiz hareket etmez, ayaklarımız oynamazdı. Yalnızca sesler duyardık, kasabanın önünden akan derenin sesi; başını yumuşakça kıyılara vuruşu, yosunların ve çakıl taşlarının başlarını okşayıp geçişi taa bize kadar uzanırdı. Sonra hafif bir esintiye kapılan yaprakların hışırtısı, ahırdaki bir atın kişnemesi, eşeğin anırması, ineğin, koyunun, kuzunun koroya katılması.. ve ötmek için bu sessizliği yahut bu doğal sesleri bekleyen kekliklerin sesi devralışı…

Ezanla birlikte kasabanın dar sokaklarında ezandan daha yüksek çınlayan ve evlere doğru koşan çocuk sesleri, “Ezan okunduuu, ezan okunduu!” Aynı zamanda başlayan köpek ulumaları ve tapır tupur ayak sesleri…

Nefes nefese yer sofrasının çevresinde yerimizi almışız, babamız koltuğunun altında bize yer açmış, bir yüce dağın kovuğuna girer gibi sığışmışız oraya.. anamız elimize sıcacık bir katmer tutuşturmuş, ablamız buz gibi ayran doldurmuş.. ağabeyimiz üç beş ak üzümü daha mideye göndermeden yaprak sarmasına uzanmış, ilk ayranı tek hamlede kafasına dikmiş ikinci bardağı istiyor…

Bilirsiniz, sonrası boğaz harbi, sonrası sessizlik,  daha doğrusu kaşık çatal seslerinin kayıtsız şartsız hâkimiyeti. Birazdan tiryakiler birer birer sofradan kalkıp ilk cigarayı yakacak. Bizim babamız o zamanlar içmezdi, ölümüne yakın başladı, biraz tersliği vardı rahmetlinin. Ağabeyimin biri belki içerdi ama gizli saklı. Babalar böyle şeyleri bilir ama bilmezden gelirdi. Şimdi herkes köşesine çekildi. Balkon duvarına sırtını verip çayına şekerini attı, o zamanlar çayı şekersiz içme akımı yoktu daha, büyük küçük- hasta sağ herkes şeker atardı. Ve şimdi çıtır çıtır çay bardağına vuran ince kaşık sesleri, günlük olaylara dair bölük pörçük bir iki konuşma, yuva sıcaklığı.. yaşamak dediğin işte…

Çaylar bitince hayatın ritmi yeniden hızlanır. Kimi akşam namazına durur iç odada kimi abdest alır çinko lavaboda. Evimizde çeşme suyu akmaktadır, belediye başkanı olan eniştemiz kasabanın şebeke suyu işinin üstesinden gelmiştir, gururluyuzdur. Cümbür cemaat teravihe gitme zamanıdır. Camide bizi büyüklerin aralarına kıstırmaya çalışacaklar ama onlar imama uyunca biz bir şekilde yakamızı kurtarıp arka safta cem olacak ve Fatiha’nın sonunda hep birlikte “Aaamiiiin!” diyeceğizdir. Kimi çocuklar birbirlerini dürtüp kıkırdayacak; hacı amcaların içleri içlerini yese, gözleri fıldır fıldır oynasa, dişlerini taşa geçirir gibi birbirine sürtseler de gıklarını çıkaramayacaklardır. Teravihin en sevdiğimiz yeri salavat getirilen yerleridir, oralarda en gür sesler bizim seslerimizdir. Ancak hevesimiz bundan da çabuk geçecek, namazın neresinde bilmem kaytaracak, caminin etrafını çocuk velvelelerine boğacağızdır. Bu gece karanlığı, saklambaç oynamanın ve kızları korkutmanın tam zamanıdır.

Namaz bitişinde yorgun argın, pilimiz bitmiş vaziyette analarımızın eteklerine tutunup eve doğru sürükleneceğiz. Kolumuz kanadımız iyice düşmüşse babalarımız veya ağabeylerimiz bizi hobuç edip sırtına alacak, aile kervanımız yokuş yukarı ağmaya başlayacaktır. Yatağımızda gözlerimiz kapanırken etrafa tehditler savuracağızdır, “Bakın beni sahura kaldırmazsanız…” Onlar pek aldırmayacaktır bu tehditlere, alışmışlardır, kaç çocuk büyütmüşlerdir.

*

Gece yarısı ablanızın yer yatağınızın üstüne sessizce eğilip, “Şşt, şşşşt. Kalk haydi, sahur yapıyoruz.” dediğini duyacaksınız. Ablalar böyledir, kaldırırlar. Kardeşlerinin en büyük işbirlikçileridir onlar, yarım anneler… Minnet içinde, zıpkın gibi fırlayacaksınız sonra. Sarılıp öpmek gelmeyecek aklınıza. Elinizi yüzünüzü yıkamadan sofraya oturmanıza izin verilmeyecektir, bunu bilirsiniz fakat yine de denersiniz şansınızı. Ablanız kolunuza girip sizi lavabonun başına götürecek ve hatta kendi elleriyle yuyup yıkayacaktır, abladır çünkü…

O esnada, “Tenekeci geçti mi cice?” diyeceksin, ablaya böyle dersiniz siz, “cice”; yengeye de “gelincice”. Kasabanızda hiç davul olmadığı için davulcu da yoktur. Onun yerine yirmi kiloluk boş yağ tenekelerine pat pat vurularak uyandırılır insanlar sahura. Tenekeciyi yine kaçırmanız canınızı sıkacak. Kırk yaşınıza geldiğinizde, artık Ramazan’da davul çalmayı abes hatta muzır bulsanız da sokaktan her davulcu geçişinde perdeyi aralayacak, pencereden sarkacak hatta yer yer balkona çıkacaksınız. Ama kitaplarda okuduğunuz o tatlı mı tatlı manilerden, deyişlerden; mesela şunu, “Maniler çiçeklidir/ Birbirine eklidir/ Davulcunun daveti/ Mutlaka böreklidir.” şunu, “Soframızda fakir olsun/ Tabağı çukur olsun/ Karnı doyduktan sonra/ Duayı okur olsun.” yahut şunu, “On bir ayın sultanı/ Kıymetlidir her ânı/ Süslersin şu cihânı/ Hoş geldin yâ Ramazan!” ama illaki bunu, “Hava sıcak terlerim/ Birçok mani derlerim/ Davet verdim bu akşam/ Sizleri de beklerim.”..  evet, bunlardan hiçbirini duyamayacaksınız onlardan, hatta bunların yerine şunu duyacaksınız göbeği davulundan önde giden birinden, “Uyanın ulaaan.. uyanın ulaaan!”…

Lavabodan dönüp gözleriniz açıldığında elinizde duran haşlanmış yumurtayı, sırasını bekleyen dilimlenmiş domatesi, maydanozu, patates kızartmasını, zeytini, peyniri göreceksiniz. Yumurtadan bir iki ısırık alıp sofranın başında öylece sızıp kalacaksınız. Yine ablanız sizi kucaklayıp minderin üzerine yatıracak, üzerinize bir seccade örtecek ve siz kendinizi sofranın, ailenin, orucun bir parçası olarak göreceksiniz…

Evet, ne diyorduk, Ramazan güzeldir; vallahi…

Kaynak: Tr724

Exit mobile version