Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

İşkenceci polis, istihbaratçı ve paramiliter güçler er ya da geç yargılanacak!

Türkiye’de İçişleri Bakanlığının Adalet Bakanlığı üzerinde ‘vesayeti’ olduğunu belirten İnsan Hakları Derneği Genel Başkanı Öztürk Türkdoğan net konuştu. İşkenceci polis, istihbaratçı ve paramiliter güçlerin er ya da geç yargılanacaklarını vurguladı.

İnsan Hakları Derneği (İHD) Genel Başkan Öztürk Türkdoğan Kronos’a konuştu. Devlet Güvenlik Mahkemeleri, 12 Eylül, JİTEM ve daha pek çok önemli davada savunma yapan Öztürk Türkdoğan, son dönemde Türkiye gündemine damga vuran işkence ve hak ihlallerine ilişkin önemli değerlendirmelerde bulundu. İşte Türkdoğan’ın Kronos’a verdiği röportaj…

Güncel bir konuyla başlayalım, avukatların gözaltına alınmasına barolardan sert tepkiler geldi. Savunmanın hedef alındığı eleştirileri yapılıyor. Neyi hedefliyor iktidar bu adımla?

Siyasi iktidarın yargı üzerindeki etkisi çok barizdi. Bu hep öteden beri böyleydi, yeni bir durum değil. Önce bu çerçeveyi ortaya koymak gerekiyor. Türkiye’de yargılama sistemlerini göz önüne aldığımızda, her zaman avukatlar savunmayı temsil ettikleri için hedef olmuşlardır. Son 40 yıla bakarsak, 12 Eylül sonrası devrimcilerin, sosyalistlerin ve Kürtlerin avukatlığını yapan avukatlar hedefti. Daha sonra avukatlar hedef olmaya başladı. Sonra toplumsal muhalefetin yanında yer alan, sosyal sorunlarla ilgilenen, toplumsal olaylarda avukatlık yapan avukatlar hedef alınmaya başlandı. Her dönem insan hakları savunucuları hedefti. İnsan hakları savunucusu avukatlar hep hedefti. Son 10 yıl birkaç sembolik dava var bu konuda, onları söyleyeyim: 2007 yılında Ankara’da ‘susma hakkını’ hatırlattığı için İnsan Haklar Derneğinin üyesi ve yöneticisi dört avukat hakkında kumpas kuruldu ve uzun süren yargılamalar sonucunda maalesef avukat arkadaşlarımız mahkum edildiler.

Gözaltına alınan, tutuklanan avukatlar hep vardı yani…

Evet, şu anda avukat Halil İbrahim Vargün Kırıkkale 2 Nolu F Tipi’nde infazın dolmasını bekliyor, diğer avukat arkadaşlar yurt dışına çıkmak zorunda kaldılar Selçuk Kozağaçlı şahsında, özellikle toplumsal olaylarda halkın yanında yer alan Çağdaş Hukukçular Derneği’ne üye avukatların yargılanmaları söz konusu oldu ki 17’si ceza almıştı. Burada Ebru Timtik’i anmak gerekiyor. Ebru Timtik bütün bu adaletsizliğe isyan etmiş için Aytaç Ünsal’la birlikte süresiz ve dönüşümsüz açlık grevi yapmıştı ve maalesef Ebru Timtik’i kurtaramadık. Bu süreç hep böyleydi.

“AMAÇ VATANDAŞ SAVUNMASIZ KALSIN”

Şimdi de özellikle Fethullah Gülen soruşturmaları ve davaları kapsamında savunmanlık yapan avukat meslektaşlarımız hedef haline getirilmiş durumda. Burada aslında sorun şu: Doğrudan doğruya savunma hakkı yok edilmek isteniyor. Çoklu baro yasası da bu nedenle çıkarılmıştı. Hem yandaş baro yaratmak, hem de baroların etkinliğini azaltmak için savunma hakkını biraz daha kısıtlamak için, iktidarın denetiminde barolar yaratarak o denetimdeki baroların savunma hakkını şeklen yerine getirmelerini sağlamak için bu yasa gündeme geldi. Bakın ekim ayına yaklaşıyoruz, buna rağmen istedikleri baroları kuramadılar. Demek ki gerekçeleri onların söylediği gibi değilmiş. Gerçek amaçları savunmayı etkisiz kılmak. Gülen örgüt soruşturmaları kapsamında savunmanlık yapan avukat meslektaşlarımıza yönelik bu keyfi, hukuksuz, anti-demokratik soruşturmalar şunu gösteriyor: Vatandaş savunmasız kalsın.

Amaç vatandaşı savunacak kimsenin kalmaması mı?

Evet amaç bu. Bugün Fethullah Gülen örgütü ifadesi kullanılır, her zaman zaten PKK örgütü kullanılıyordu, her zaman zaten Türkiyeli sol örgütler kullanılıyordu. Bir ara Hizbullah, hizbukontra yapısı içerisindeki birtakım yapılanmalar bahane ediliyordu, yarın öbür gün başka bir şey. O yüzden özellikle bu soruşturmaları yürütülen savcılara ve sulh ceza hakimlerine şunu hatırlatmak istiyorum: Bugün bu iktidar bunu yapıyor. Yarın iktidar değişikliği olduğunda başka isimlerle bu sefer size yönelik operasyonlar yapılabilir. Kendinizi kullandırmayın. Bir avukatın görevi zaten savunma yapmak. Bir avukata bu sorular sorulur mu?

Soruları gördünüz mü? ‘Müvekkilinizin ifadesini neden değiştirdiniz’ gibi doğrudan avukatlık mesleğine yönelik sorular var.

Gördüm. Bir anımı anlatayım: 2017 yılında Türkiye’den uzun zamandan beri görülmeyen fakat darbe teşebbüsünden sonra tekrar başlayan gözaltında kaçırma vakaları görülmeye başlanmıştı. O kapsamda çeşitli yurt dışı yayın kuruluşları ilgiliydi, onlara beyanatlar veriyorduk. Bir yabancı televizyon kanalı buraya geldi, röportaj yaptık ve özellikle Fethullah Gülen örgüt soruşturmaları kapsamında bu tür soruşturmalarla ilgilenen bir avukat meslektaşımızın ofisine gittik. Avukat, polis tarafından tehdit edildiğini söyledi. Ben de mutlaka İHD’ye başvurması gerektiğini, başvurursa mutlaka kendisiyle ilgileneceğimizi söyledim. Fakat o tehdit o kadar etkili olmuş ki maalesef başvurmadı. Kaçırılan kişilerle ilgilendiği, ‘fetö’den yargılanan birçok müvekkili olduğu için. ‘Niçin bunlardan bu kadar çok müvekkilin var?’ diye soruluyor. 48 avukatı nasıl gözaltına alırsınız? Nasıl savundukları insanların örgütüyle özdeşleştirirsiniz. Ben buna çılgınlık diyorum. Kapatın deyin ki Türkiye’de avukatlık yapılamaz. Çin Komünist Partisi’nde de öyle. Avukatınızı da onlar seçiyor.

Diyelim ki o avukat davaları üstlenmedi, bakmadı davalara. Başkaları da bakmadı, çekindi. Vatandaş avukatsız kaldığında ne yapacaklar? Nedir amaç?

Her şey birbiriyle bağlantılı. Vatandaş avukatsız kaldığında, ona zorunlu müdafi tayin edilecek. Peki zorunlu müdafi nasıl tayin edilecek? Yaratmak istedikleri yandaş baroların atayacağı müdafilerle savunma yapılacak.

Polisle iş birliği içinde mi olur o avukatlar?

Onu bilemem. Ama meslek etik kuralları var, hiçbir avukatın bunları yapmaması gerekir. Ama öyle olaylar duyuyoruz ki maalesef suistimallere açık. Veya acemidir, bilmiyordur, tecrübesizdir, yönlendiriliyordur. Yönlendirildiğini fark etmeden savunmanlık yaptığını zannediyordur. Bu meseli bir bütün olarak görmek lazım, tek parça bakmamak lazım. Bugün başkasına yapılan operasyonların benzeridir, hiçbir fark yok. Avukatlar şu an korunmasızdır.

“İÇİŞLERİ BAKANLIĞI VESAYETİ VAR ADALET BAKANLIĞI ÜZERİNDE”

Neden korunmasız avukatlar?

Avukatların üst birliği olan Barolar Birliği Başkanı bu olayda da sessiz kalmaktadır. Çünkü açıktan hükumeti desteklemektedir. Halbuki sizin göreviniz hükumeti desteklemek değil, bizim kanunumuzda yazan insan haklarını savunmak. Eğer bir birlik başkanı insan haklarını savunmak yerine kendi politik argümanlarını gerçekleştirecek bir pozisyon benimsemişse istifa etmesi gerekir. Adeta her şeyin çivisi çıkmış. Tuz kokar mı diye sorulur ya, tuz kokuyor Türkiye’de. Hiçbir avukatın aldığı dosya nedeniyle sorguya çekilmemesi, yargılanmaması gerekir. Bu vesileyle avukatlık kanununda avukatlarla ilgili güvencelerin ne kadar yetersiz olduğu da ortaya çıktı. Bir de şöyle bir şey var: Bir İçişleri Bakanlığı vesayeti var Adalet Bakanlığı üzerinde.

Nasıl yani?

Evet İçişleri Bakanlığı vesayeti var Adalet Bakanlığı üzerinde. Halbuki Adalet Bakanlığının karşı çıkması lazım bu tip operasyonlara. ‘Bir dakika, ne yapıyorsunuz’ demesi lazım. Ama şu anda pozisyonlar değişmiş durumda. Neredeyse her şeyi İçişleri Bakanlığının polis birimleri yapıyor, Adalet Bakanlığı seyrediyor. Cumhuriyet Başsavcıları, polis önlerine hangi dosyayı koyarsa hemen işleme koyuyorlar. Bir itiraz mekanizması kalmadı. Mesele vatandaşın savunmasız bırakılması, mesele vatandaş üzerinde bir korku iklimi yaratmak. Vatandaş şöyle düşünecek: Bunlar her istedikleri kişileri gözaltına alıyorlar, tutukluyorlar, avukat tutsam onu da alıyor. Demek ki ben o zaman evimde oturacağım, sesimi çıkarmayacağım, itiraz etmeyeceğim. Sessiz sessiz oturacağım. Korku iklimi yaratmaktır bu. Halbuki insan haklarının amacı nedir: Korkudan ve yoksunluktan kurtulmak için yapılmıştır insan hakları sözleşmeleri. Eğer Türkiye Cumhuriyeti devleti bugün vatandaşa korku salmak için bunu yapıyorsa, zaten insan hakları sisteminden bahsedilemez.

AİHM Başkanı’nın ziyaretini nasıl değerlendiriyorsunuz? Türkiye gündemlerini AİHM’e mi dayatıyor?

AİHM Başkanı’nın Türkiye ziyareti tam bir skandaldır. Türkiye, şu an içinde bulunduğu durum itibariyle AİHM Başkanı’nın ziyaretini karşılayabilecek olgunlukta, düzeyde, seviyede insan hakları ve demokrasi bakımından yeterliliğe sahip bir ülke değil. Çok ciddi insan hakları ve demokrasi sorunu var. Avrupa Konseyi’nin Venedik Komisyonu’nun Türkiye’yle ilgili çok ciddi eleştirileri var ki 2017 Anayasa Değişikliği referandumundan önce yayınladığı raporda ‘bu anayasa değişikliği gerçekleşirse Türkiye tipik bir otoriter ülke olacak, yargının bağımsızlığı yok olacak’ raporu var. O rapora rağmen referandumda Anayasa değişikliği kabul ettirildi, evet çıkarıldı, YSK’nın şapkadan tavşan çıkarma operasyonuyla. Şu anda Türkiye, tamamen bir tek kişi yönetimine dayalı otoriter bir anayasa tarafından yönetiliyor. Ve yüksek yargıyı yürütmenin başı olan cumhurbaşkanı tayin ediyor. Böyle olunca zaten eğrisi yukarıdan aşağıya şekilleniyor.

AİHM Başkanı bunu bilmiyor mu?

Venedik Komisyonu raporunu okumadan Türkiye’ye gelmişse zaten AİHM Başkanlığı yapamaz. Komisyonun raporundan haberi olması lazım. AİHM’in Türkiye’yle ilgili veya Avrupa Konseyi’nin Türkiye’yle ilgili birçok kararında Venedik Komisyonundan bahsedilir, İnsan Hakları Yüksek Komiseri’nden bahsedilir, Avrupa İşkenceyi Önleme Komitesi’nden bahsedilir. Konseyin diğer üyelerinin tamamının Türkiye’yle ilgili çok ciddi eleştirileri var. Kaldı ki Türkiye siyasi denetim altında olan, tekrar siyasi denetim altına alınan tek ülkedir.

“AİHM LOBİ FAALİYETLERİNE BOYUN EĞMİŞSE ARTIK ADALET DAĞITAMAZ”

Tüm bunlara rağmen bu ziyaret olmuşsa, demek ki Türkiye’nin Avrupa Konseyi nezdinde çok güçlü bir lobi faaliyeti var. Eğer AİHM lobi faaliyetlerine boyun eğmişse zaten artık adalet dağıtamaz. Bu açıdan bir skandal. AİHM Başkanı’nın kişisel sebepleri varsa, kişisel ziyaret yapar, resmi yapmaz. Resmi değil, kişisel ziyaret yaparsınız, istediğiniz yere gidersiniz, gezersiniz, kimse de size bir şey diyemez.

Eğer bizimle görüşebilseydi, biz kendisine çok sert şeyler söyleyecektik. AİHM tarihinde bu bir ilktir. Böyle şeyler yapan bir AİHM Başkanı varsa, adalete çok büyük zarar verir. AİHM’in adalet dağıtma ilkesini zedelemiştir. Türkiye’ye de bu konuda ciddi eleştirilerimiz var. Adalet dağıtmak sadece AİHM’in görevi değil. Siz AİHM Başkanı’nı nasıl araçsallaştırırsınız? Hadi diyelim ki AİHM Başkanı bunu düşünemedi, siz düşüneceksiniz. Diyeceksiniz ki bu ziyaret doğru değildir. Bu konuda konseye eleştirilerimiz hep var. Yüzlerine de söyledim, siz Kopenhag kriterlerini Türkiye’ye benimsetecektiniz ama Türkiye size Ankara kriterlerini dayattı ve şu anda Ankara kriterlerini uyguluyorsunuz. Türkiye, ahlaki olmayan, doğru olmayan, etik olmayan, olmaması gereken bazı tutumları dayatıyor. Avrupa Konseyi de bazı çıkarları uğruna sessiz kalıyorlar. Ortaya şöyle bir umutsuzluk da çıkıyor: Büyük bir kesim Türkiye’de alt derece mahkemelerden umudu kesmiş durumda. Anayasa Mahkemesi de çoğu zaman konjoktüre uygun kararlar vermekle eleştiriliyor.

AİHM umudu de biterse, oradan da adalet çıkmayacağını düşünen insanlar kime veya neye güvenecek?

Bu umutsuzluk öteden beri vardı. Türkiye’de belli toplumsal kesimlerde çok fazla bu konuda bir umut yoktu. Özellikle darbe teşebbüsü donrası muhafazakâr camianın bir kesimi bunu yaşayarak gördü. Çok acı tanıştılar. Fethullah Gülen örgütü bahane edilerek on binlerce, yüz binlerce insan mağdur edildi. Çok ciddi hak ihlalleri yaşandı. İnsanlar bu ceberut sistemin ceberutluğunu gördüler. Halbuki Ak Parti iktidara geldiğinde ne söylüyordu.

“DEVLET BAHÇELİ VE DOĞU PERİNÇEK NE DERSE O OLUYOR”

Ne söylüyordu Ak Parti?

Şu an ortada bir Ak Parti filan yok. Türk derin devletinin doğrudan doğruya iktidar olduğu bir sistem var. Devlet Bahçeli ne derse o oluyor. Doğu Perinçek ne derse o oluyor.

90’lara benzetiyorlar. Sık sık 90’lara döndüğümüz söyleniyor bugün etkin olan aktörler gündeme gelince. Katılıyor musunuz?

Her dönemin kendine özgü bir yanı vardır. Bazı yönler 90’lardan daha ağırdır, bazı yönler daha hafiftir.

Nedir o ağır yönler mesela?

90’lı yıllarda kırsal bölgelerde köyler boşaltılıyordu. Çok ciddi anlamda silahlı çatışmalar vardı. Devlet 90’lı yıllarda çeteleşmişti. Kontgerilla istediği faaliyeti yürütüyordu, faili meçhul cinayetler fazlaydı. Gözaltında kayıplar, yargısı infaz dediğimiz uygulamalar çok fazlaydı. Biliyorsunuz o çete Kutluk Savaş’ın raporuyla ortaya konmuştu. Son 5 yıla baktığımızda ise kırsalda değil, kentte savaş oldu. İlçelerde, oldu. Tanklar Sur’a, Nusaybin’e, Cizre’ye, Şırnak merkeze, Yüksekova’ya indi. Silahlı çatışmanın coğrafyası büyüdü. Suriye ve Irak’ın kuzey kısımlarına yayıldı, bugün de devam ediyor.

Peki 90’lı yıllardan farkı ne?

90’lı yıllarda parlamenter demokratik sistem yaşamaya çalışıyordu. Bir şekilde Meclis kendini var etmeye çalışıyordu. Biraz önce söylediğimiz YSK marifetiyle daha otoriter bir anayasa bize dayatıldı ve kabul ettirildi. Bu yönüyle 90’lı yıllardan daha ağır bir durumdayız. Yönetim biçimi itibariyle. Şu anda daha otoriter bir yönetim var. Yargı uygulamaları öyle. 90’lı yıllarla karşılaştırdığımızda hiç kimse memnun değil yargıdan. 90’lı yıllarda bu kadar avukat gözaltına alınmıyordu.

“FİİLİ DÖRTLÜ KOALİSYON KURULMASAYDI PERİNÇEK CEZA ALACAKTI”

İsmini andığınız için soruyorum, Doğu Perinçek ‘Yargı altın çağını yaşıyor’ diyor. Haksız mı?

İşte tam onun zihniyeti şu an iktidar olduğu için tabii ki memnun. Halbuki memnun olmaması gerekir. Kendisi 5 yıldan fazla hapis yattı. Sen hapis yatmış bir insansın. Nasıl sen kendin için adalet aradın, sonra fiili iktidar ortağı olduğunuz için Yargıtay ve Anayasa Mahkemesinden döndünüz. Eğer bu fiili iktidar koalisyonu kurulmasaydı, yani AKP-MHP-Ulusalcılar ve Ergenekon denen yapılanma, ceza alacaktınız. Yargıtay dedi ya böyle bir örgüt yok, biz de yapılanma diyoruz şimdi. Bu dörtlü. Baskın Oran bunu güzel tarif ediyor; mahşerin dört atlısı diyor. Bu dörtlü koalisyon kurulduğu için siz sonradan beraat ettiniz. Yoksa cezalarınız onanacaktı, mahkûm olacaktınız. Sizin başınıza geldi bunlar. Şimdi siz aynı şeyi başkalarının başına niye getiriyorsunuz? 90’lı yıllarla fark diyorduk ya, o yıllarda bazı gruplar bazı şeyleri açıktan savunamıyorlardı. Demokratik kamuoyundan çekiniyor, kendilerini gizleme ihtiyacı duyuyorlardı. Açıktan savunmuyorlardı. Şimdi açıktan savunuyorlar. Bu da devletteki otoriterleşmeyi ve durumun ne kadar vahim olduğunu ortaya koyuyor.

12 Eylül’ün 40’ıncı yılında, bu dönemi askeri darbe dönemiyle karşılaştıran yorumlar da yapılıyor.
Bu uygulamalar (avukatların gözaltına alınması) askeri darbe dönemi sonrası uygulamalardır. Askeri darbeden sonra askerler ne yapar? Toplum üzerinde baskıyı eksik etmemek için toplumun belli kesimlerine sürekli operasyon yaparlar. Aynı mantık. Ortada hiçbir şey yok, insanları alıyorlar. Ankara’dan örnek vereyim, Ocak ve Şubat 2016’da Ankara’dan aktivistler Sakarya Caddesi’nde toplanıyordu, beyaz bayrak eylemi yapıyorlardı, basın açıklaması okuyorlardı. Polis de onları seyrediyordu. Sonra ne oldu? 2018’den beri hala devam eden o polis operasyonları hiç bitmedi. Yüzlerce kişiyi beşli onarlı gruplar halinde evleri basılıyor, gözaltına alınıyor, dört gün gözaltında kalıyor, adliyeye çıkarılıyor. Nadiren tutuklamalar oluyor, çoğu adli kontrole serbest kalıyor. E tamam da buna bir son verin, yeter artık. İnsanlar bıktı, siz bıkmadınız mı? Ben DGM’lerde avukatlık yaptım, yahu bir dakika ey hakimler ey savcılar. Ne oluyorsunuz? Biraz kişilikli olun.

“SIKIYÖNETİM DÖNEMLERİNDE HAKİM VE SAVCILARIN KİŞİLİĞİ VARDI”

DGM’lerde de avukatlık yapmış bir insan hakları savunucusu olarak hukukun bu denli raydan çıktığı bir dönem hatırlıyor musunuz?

Farkı şuydu. Tabii ki sıkıyönetim dönemlerinde asker ne derse o oluyordu. Fakat bu görevi yapan hakim ve savcıların kendi kişiliği vardı. Derlerdi ki ‘kanun şudur, ben kanunu uyguluyorum, bana yukarıdan gelen talimatı uygulamam’ derlerdi. Biz de şu anki hakim ve savcılara diyoruz ki kanunu uygulayın. İktidar herkesi tutuklamak mı istiyor? Çıkarsın bir kanun, desin ki herkes tutuklanabilir desin, siz de tutuklayın. Ama öyle bir kanun yoksa e bir zahmet, hazır AİHM Başkanı da gelip Adalet Akademisi’nde size insan haklarından bahsedip ders vermişse, siz de ‘AİHM Başkanı’nın da dediği gibi kuvvetli suç şüphesi oluşmamıştır, bir daha benim karşıma böyle dosyalar getirmeyin’ deyip reddedin. Biz hakim ve savcılardan bunu bekliyoruz. Sıkıyönetim zamanında AİHM yoktu. Şu an görevli olan yargıçların yarısı bu iktidar döneminde geldi. Son dört yılda göreve başlatıldı. Korkacağınız bir şey de yok. Biraz, kişilik istiyoruz. ‘Anayasa Mahkemesi’nin içtihadı şudur, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi içtihadı budur, ben de buna uygun davranıyorum’. Bu kadar. Görünüşte bunu yazıp, arkadan talep edilen neyse onun yerine getirirseniz bu olmaz. Yarın öbür gün yanlış yapan bu hakim savcılar da soruşturma geçirecekler. Demek ki siz AİHM, AYM içtihatlarını niye uygulamadınız. Emniyet’in her istediği yapılır mı? Emniyet tabii ki suçla mücadele edecek, görevi bu. O taraftır, bir iddiada bulunacak. Siz de onu araştıracaksınız, diyeceksiniz ki kardeşim bana daha somut kanıtlarla gel diyeceksiniz. Adaleti sıradanlaştırmayacaksınız. Şu anda adalet bir sopaya dönüşmüş durumda.

“OHAL KHK’LARIYLA ÇOK KORKUNÇ BİR GERİYE GİDİŞ YAŞADIK”

Bugün itibariyle Türkiye insan hakları gündemine baktınız zaman nasıl bir tablo görüyorsunuz?

Hiç iç açıcı bir tablo görmüyorum, onu söyleyeyim. İnsan haklarının korunması bakımından görevi olan kurumlar, yani adalet kurumları adalet dağıtamıyorsa zaten insan hakları korumasız demektir. Devlet içinde insan haklarının korunması için oluşturulmuş kurumlar, görevlerini yapmıyorlarsa, birçok şeye seyirci kalıyorsa, insan hakları korumasızdır, savunmasızdır. İnsan haklarını korumak ve geliştirmek üzere kurulmuş sivil toplum kuruluşlarının üzerine sürekli yargı yoluyla baskı yapılıyorsa, bütün toplumsal muhalefet yargı yoluyla baskı altına alınıyorsa, zaten insan hakları korunamıyor demektir. İnsan haklarının korunamadığı bir durumdayız. Bu çok vahim bir durum. Bir de sürekli olarak kazanımlar geriye götürülüyor. İnsan hakları alanındaki ilerlemeler hep geriye doğru gidiyor. Yeni yasal düzenlemelerle sürekli geriye gidiyor. Bakın OHAL KHK’larıyla çok korkunç bir geriye gidiş yaşadık. Çalışma hakkı güvencesi yok edildi. Gözaltı süresinin uzatılması, işkence ve onur kırıcı davranış yasağı iddialarının etkili bir şekilde soruşturulmaması bakımından çok ciddi problem yaşıyoruz.

“İKTİDAR İŞKENCE YOK DİYORSA KENDİNDEN UTANMALI”

İşkence olmadığını iddia ediyor iktidar.

Ya böyle şey olur mu? İşkence ne demek yok. Eğer iktidar bunu söylüyorsa, kendisinden utanmalıdır. Çünkü Adalet Bakanlığının kendi yayınladığı resmi istatistiklere baksın. Bakanlığın 2019 işkence ve eziyet suçundan Türkiye’de toplamda 2767 soruşturma açılmış. Bunlardan 1370’i hakkında kovuşturmaya yer olmadığına dair karar verilmiş. 933 dava açılmış, 462 diğer karar dediği, kuvvetle muhtemel takipsizlikle sonuçlanan. 933 davanın 2019’da sadece, açıldığı yerde eğer iktidar sözcüleri işkence yok diyorsa o zaman onlar başka dünyada yaşıyor, biz başka dünya yaşıyoruz. Bu iktidardakiler işkenceyi şöyle anlıyor: Yasak sorgu yöntemi uyguluyorsan işkencedir diye anlıyorlar. Zindana kapatıp elektrik verip, konuş, şu ifadeyi imzala. İşkenceyi böyle anlıyorlar. Onlara göre işkence buymuş. Biz de diyoruz ki Türkiye’nin taraf olduğu Birleşmiş Milletlerin İşkenceye Karşı Sözleşme’nin birinci maddesini lütfen açın okuyun.

Ne diyor o maddede?

Sadece ifade almak için değil, korkutmak için, yıldırmak için, size manevi ızdırap çektirmek için yapılan her türlü davranış işkencedir. Veli Saçılık’ın sırtına atılan plastik mermileri hatırlıyor musunuz? İşte o işkencedir. Veli Saçılık’ın annesi yerde sürüklendi ya o işkencedir. Çok tipik işkencedir. Gösteride müdahalede uyguladığınız yöntemler işkenceye girer. Gelelim hapishanelere, biz diyoruz ki herkesi çıplak arayamazsınız. Mevzuat istisnai durumlarda çıplak aramaya izin veriyor. Cinsel organında, makatında uyuşturucu, jilet taşımak gibi. Böyle bir ihtimal varsa çıplak arama yapılır. Slogan attı diye siyasetçiyi, milletvekilini, belediye başkanını, hakimi, savcıyı, avukatı hapishaneye götüreceksiniz, soyun arayacağım seni diyemezsiniz. Hangi suç isnadıyla karşılaştığına bakacaksın önce. Sen bir düşünce suçlusuna çıplak arama dayatırsan bu işkencedir manevi işkencedir.

Uşak’ta öğrenciler işkence ve kötü muameleye tabi tutuldu. Geçen hafta Kronos’ta birinin hikâyesini yayımladık. Gözaltına alınan öğrencilerin çıplak aramaya maruz kaldığına dair. Uşak Valiliği açıklama yapıp terörist dedi, örgüt dedi, ama işkenceyi de iddia deyip geçiştirdi.

Gözaltında yapamazsın, işkencedir. Rojbin isimli bir arkadaşın ev aramasında köpekler saldırdı ve onu yaraladı. O işkencedir bakın. Diyarbakır 5 Nolu Hapishane’de Co isimli köpeğin yaptığında işkenceden hiçbir farklı yoktur. Biz bunları raporlarımızda anlatıyoruz, Adalet Bakanlığı’na da anlatıyoruz. O yüzden bazı toplantılarına bizi çağırmıyorlar. AİHM Başkanı’nı Türkiye’ye getirip gezdirip onu dünya aleme mahcup edecek bir program yaptırıp ‘Türkiye’de işkence yok’ derseniz, sizin dışınızda kimse inanmaz. Bu söylemi kullananları destekleyen akademisyenlere de yazıklar olsun. Eğer gerçekten ‘Türkiye’de işkence yok’ söylemini kullanıyorsanız, İnsan Hakları Derneğini ziyaret eden, Uluslararası Af Örgütü’nün İstanbul Şubesini ziyaret edin, İzleme Örgütü’ne gidini Hak İnisiyatifi’ne gidin. Bırakın onların Mazlum-Der’e gidin. Kendi kuruluşunuz, ona gidin sorun var mı yok mu işkence diye. İnsan Hakları Derneğinin 2018-2019 özel raporu var. Baskı ve tehdit yöntemleriyle kaçırma ve ajanlaştırma raporu. İnsanları sokak ortasında polisim diye sivil arabaya alıyorlar, silahla tehdit ediyorlar, birkaç saat gezdiriyorlar. Önce manevi cebir uyguluyorlar, korkutuyorlar. Direnen kişiyi darp ediyorlar, sonra ıssız bir yere bırakıyorlar. Sürekli telefon ediyorlar, taciz ediyorlar. Bu çok tipik bir işkence. Bu şekilde kaçırılan işkence yapılan insanlar mahkemelerde konuşmaya başladılar, yaşadıklarını anlatmaya başladılar. Daha ne olsun işkenceyi görmeleri için? 2020’de vakalar daha da artmaya başladılar. İşkence yok dediğiniz anda işkencecileri korursunuz, çok tehlikeli bu. İşkenceye sıfır tolerans söylemini bu iktidar kullanmadı mı?

“İŞKENCENİN İNKÂRI CEZASIZLIĞI GETİRİYOR”

Geçenlerde konuştuğumuz insan hakları savunucusu Ayhan Bilgen, ‘işkencenin inkârı işkence kadar kötüdür’ anlamında bir ifade kullandı.

Çünkü bu cezasızlığı getiriyor. İşkenceyi yapan kişi böylece korunduğu izlenimi alıyor. Eskiden zamanaşımı vardı, bunları koruyorlardı. Yeni ceza kanununda artık işkence suçunda zamanaşımı yok. Son beş yılda işkence yapanların hepsi, emin olun er ya da geç yargılanacaklar. Yar-gı-la-na-cak-lar. Şimdi bu polisler, bu istihbaratçılar, veya kime bu paramiliter güçler, bunlar çok iyi bilsin. Birileri istedi diye veya sadist-psikopat duygularınızı tatmin etmek için kimseye işkence yapmayın. Bakın yargılanacaksınız. Öncekiler zamanaşımından kurtuldu, artık zamanaşımı yok, kurtulamazsınız. Bakın 12 Eylül davasında Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya öldüğü halde, dava halen devam ediyor. Davayı devam ettiriyoruz, oradan ne yapıp edip mahkûmiyet kararı çıkarttıracağız. Öyle hayret ettiğimiz vakalar var ki. Özellikle bu darbe teşebbüsünden önce (15 Temmuz, Y.G.) beraber mesaide arkadaştınız ya, ne oldu da bir gün sonra arkadaşını alıp işkence yapıyorsun ya? Bu nasıl bir insanlık? Burada bilinçsizlik maalesef had safhada. Göreve getirilen polisler, askerler, bazı istihbaratçılar, bu büyük iktidar oyunlarına kendinizi alet etmeyin. Yasaların dışına çıkmayın. İşkence yasaktır, nokta.

Bir de şöyle bir argüman geliştiriliyor iktidar ve savunucuları tarafından: ‘İşkence yapıldıysa kanıtla.’ İşkence yapılan kişiden bunu ispatlamasını istiyorlar. Buna ne dersiniz?

Bu işte DGM mantığıdır. Sıkıyönetim, DGM ve devam eden şimdiki özel yetkili mahkeme mantığıdır. Onlar sizi suçluyor ya siz suçsuz olduğunuzu kanıtlayacaksınız. Halbuki ceza hukukunun temel kuralı iddia eden iddiasını ispatlamak zorundadır. Savcı sizi suçluyor ya, kanıt gösterecek ki mahkeme mahkum etsin. Burada tersine dönmüş: Ben işkence gördüm diyene kanıtla diyor. Tamam kanıtlarım. Sen eğer Adli Tıp Kurumu’nu rahat bırakırsan, bağımsız hekim raporlarına itibar edeceksen kanıtlarım, çok basit. İzmir’de sevgili Veli Lök hocamız, vücutta kalan 30 yıl önceki ağır işkence izlerini bir tıp yöntemi geliştirerek kanıtladı. Bazı psikiyatri uzman hekim arkadaşlarımız, işkencede geçirilen ağır travmayı çeşitli metotlarla ortaya koyuyorlar, kanıtlıyorlar, kanıtlanabiliyor yani. Tamam kanıtlayalım da kanıtladığımızda işkenceciyi mahkum edecek misiniz? korumayacağınıza söz verin. Onu koruyacak yasalar çıkarmayın. KHK’daki gibi madde koymayacaksınız. Sivilleri bile koruyan maddeler getirmeyeceksiniz. İç güvenlik operasyonlarında işlenen suçlar bakımından soruşturma izni kuralı getirmeyeceksiniz. Fiili bir mekanizma kurup işkence ve kötü muamele iddialarını ortaya atan insanlarla ilgili soruşturmaları sürüncemede bırakmayacaksınız. Siz bunları yapan, işkenceye uğrayan uğradığı işkenceyi kanıtlar. Kameralı odada kim kime işkence yapar? Soracaksınız: Gözaltına aldığınız bu kişi şu saatler arasında kameralı odada değildi, nerde? Bir insanın tuvalet molası en fazla 10 dakika olsun hadi. Bir insanı siz alıyorsunuz saatlerce başka bir yere götürüyorsunuz, hiç mi merak etmiyorsunuz, nezarethanelerin girişine kamera var. Bu kişi bu saatte çıkarılmış, 10 saat sonra geri getirilmiş. Peki bu 10 saatte neredeydi? Yer yok şu şubeyi kullandım. Yer yoksa operasyon yapmayacaksın. O şubeyi de kullanmayacaksın. O şubeyi kullanıyorsan kamera koyacaksın.

“İŞKENCE BÜTÜN İNSANİ DEĞERLERİ TAHRİP EDİYOR”

İşkencenin nasıl bir tahribatı var kişi üzerinde?

İşkence şöyle kötüdür: Bir bütün olarak insani değerleri tahrip ediyor. İşkence yapan da ileride çok büyük sorunlar yaşayacaktır. Yani onun da zihin dünyası, manevi dünyası alt üst olacaktır. O işkence, insanlığa karşı suç olarak tanımlanmıştır. Yani kişiye karşı değildir sadece. Aynı zamanda insanlığa karşı suçtur. Mutlak yasaktır. Hiçbir şekilde istisnası yoktur. Öldürme fiilinin bile istisnası vardır. Nedir o? Meşru savunma, meşru müdafaa. İşkencede bu yoktur. Hiçbir şekilde uygulanmaz. Birçok şeye kötü muamele diyorlar. Ne demek kötü muamele? Bir genç kızın gözaltına alınışı sırasında maruz kaldığı tacizi kötü muamele olabilir mi? Taciz değil ki işkencedir bu. Ömür boyu taşıyacak onu. İşkencenin tanımını defalarca oturup okusunlar.

Türkiye’deki terör, terörist, terör örgütü gibi kavramların tanımlanmasıyla ilgili ne düşünüyorsunuz?

Türkiye’deki terörle mücadele kanunun en büyük problemi terör tanımının belirsizliği sorunudur. Uluslararası alanda kesin bir terör tanımı yoktur. Güvenlik Konseyi’nin bazı kararları vardır ve o kararlarda hangi hallerde terör suçlamasının yöneltilebileceği yazılıdır. Onların hepsi de doğrudan doğruya şiddetle bağlantılıdır. Bir kere şiddete başvuranla başvurmayan arasında kesin bir ayrım yapacaksınız. Bizim terörle mücadele kanununda böyle bir şey yok.

“TAŞ ATTIĞI İÇİN ÇOCUĞA 18 YIL VERDİLER, ELİNDE KALAŞNİKOFLA YAKALANSAYDI 5 YIL ALIRDI”

Hepsini bir mi tutuyor?

Hatta, tam tersini söyleyeyim, şiddete başvurmayana daha fazla ceza veriyorlar. Bakın, gülmeyin buna, gerçektir. 2008 Yargıtay Ceza Genel Kurulu kararı. Taş atan çocuklar kararı. Dört suçtan ceza verin dedi Kürt çocuklara. 2006 ile 2010 yıllar arasında yanılmıyorsam 6 bin 600 Kürt çocuğu CMK 250’yle yetkili yani DGM’nin devamı, özel yetkili mahkemelerde yargılandı. Ve bu çocukların hepsine ceza verildi. Bu çocukların çok büyük bir kısmı da daha sonra gidip örgüte katıldılar. O dönemki hükumet sözcülerine söyledik, siz şu anda öyle bir şey yapıyorsunuz ki çocukların hayatını karartıyorsunuz. Filistin’de taş atan çocuklar sizin için kahraman ama taş atan Kürt çocukları terörist. Bir kere daha düşünün, çocuk bunlar, savaşın içine doğup büyümüşler dedik. Bu çocukların özel yetkili mahkemelerde yargılanmayacağı kararı ancak 2010 yılında verilebildi. Arada geçen sürede ne oldu? 2018’deki Yargıtay Ceza Genel Kurulu kararında dört ayrı suçtan bu çocuklara ceza yağdırıldı.

Neydi o suçlar?

Örgüt üyesi olmamakla birlikte örgüt üyeliği, toplantı ve gösteri yasağı ihlali, taş attığı için ayrıca saldırı ve polise mukavemet. Ve 18 yıl ceza verilen çocuklar oldu. O çocuk elinde kalaşnikofla herhangi bir yerde yakalansaydı verilecek ceza sadece 6 yıl 3 ay, çocuk olduğu için indirim yapılacaktı 5 yıl civarında ceza alacaktı. Türkiye’de adalet, terörle mücadele kanunu ve terörün belirsizliği sorununun garabetleri o kadar çok ki. Adalet Bakanlığının istatistiklerine bakalım yine: 2019 yılında, anayasal düzene ve bu düzenin işleyişine karşı suçlar. Yani 309-316 arası suçlar. 119 bin kişi soruşturma geçirmiş, 57 bin kişiye dava açılmış. 2019 bu bakın. Bir önceki yıl bunun daha fazlasıydı, bir önceki daha fazlaydı. Türkiye’de şu anda en acil yapılması gereken şey terörle mücadele kanunun tamamen ortadan kaldırılmasıdır. Yeni ceza kanunu yapılırken terörle mücadele kanunu kaldırılacak şekilde yapıldı. Terörle mücadele kanununa ihtiyaç yok Türkiye’de. Yeni ceza kanununda zaten her türlü madde var. Türkiye’de terörle mücadele kanunun tamamen kaldırılması, ceza kanunundaki olumsuz düzenlemelerin geri alınması, ceza muhakemesi kanununda kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkına aykırı bütün maddelerin ayıklanması ve özellikle gizli tanık maddelerinin tamamen çıkartılması, infaz kanununun ayrımcı ve eşitsiz uygulanmalarına son verilmesi, infazda eşitlik ilkesinin getirilmesi.

“BU CAMİADAKİLER YANILDI, DEVLETİ TANIDIKLARINI SANDILAR”

Hak arama bir insan hakları bilinci ve kültürünün gelişimini gerektirir. Aynı zamanda kültürel bir durumdur. Dolayısıyla kültürün oluşması zaman ister. Davranış değişikliği ister. Bu camianın (Gülen Cemaati) bu kadar acı, bu süreci bu kadar acı bir şekilde yaşaması hakikatten hepimizi çok üzdü. Röportajın başında sözünü ettiğim fiili koalisyon (AKP-MHP-Ulusalcılar-Ergenekon, Y.G.) bu süreci bu kadar acı yaşadılar. Çünkü bir rövanşist yaklaşımla bunlara yaklaştılar. Acı yaşadılar. Bu acı onlara birçok şey öğretmemiştir diye düşünüyorum. Dayanışmanın ne kadar önemli olduğunu, her koşulda hak aramanın ne kadar önemli olduğunu öğretmiştir. Bugüne kadar hak arayan insanlara bakış açılarını değiştirdiğini, değiştirmesi gerektiğini düşünüyorum. Tabi işkenceyle tanışmaları insan onurunun ne kadar önemli olduğunu hatırlatmıştır.

Handikapları oldu. Devleti tanıyorlardı veya tanıdıklarını zannediyorlardı. Devlet bir organizasyon, bir canlı organizasyon gibi düşünün. Bugün sizsiniz, yarın öbürü. Sizin değil. Bu ülkede devlet kimsenin değil. Bazen ‘ben devletim’ diyor ya birileri, devlet mevlet değilsin, sadece bir piyonsun. Orda yanılgıya düştüler kanaatimce: ‘Acı yaşayacağız ama bu süreci atlatacağız, ileride tekrar haklarımız verilecek’ diye düşündüler. Fakat yanıldılar. 12 Eylül yaşandı bu ülkede. Sadece üniversiteden atılan insanların göreve dönmeleri 10 yıl sürdü. Dolayısıyla geçmiş süreçten ders çıkarmak gerekiyordu. Bir de Türkiye’yi iyi tanımamışlar. Türkiye, aynı zamanda NATO’nun bir kanat, bir cephe ülkesi. Yani bir şeyler olduğunda her zaman NATO’daki illegal yapılanmalar işin içerisine girer. Türkiye’nin bir ittihatçı geleneği var, onu unuttular. Bu ittihatçılık çok güçlüdür, bugün bile.

Umarım görmüşlerdir: Bütün bunlara rağmen Türkiye’de direnen, güçlü bir toplumsal muhalefet var. O yüzden artık bu tarafa yönlerini daha fazla çevirmeleri lazım. Bakın, o camianın içinde olan ve bu bilinen hakim savcılara duruşma salonlarında ‘yapmayın, devlet yarın öbür gün size sırtını dönerse darda kalırsınız’ diye haykırdık. Birçok arkadaşımız onların verdiği haksız kararlarla mahkûm edildi. Benim meşhur bir klasörüm var, anayasaya aykırılık iddiasında bulunuyorum. Terörle mücadele kanununun nerdeyse bir iki maddesi hariç anayasaya aykırı, Türk ceza kanununun birçok maddesi aykırı, ceza muhakemesi kanunun birçok maddesi aykırı ve infaz kanunun birçok maddesi aykırı. Ben bunları sundum, isim söylemeyeceğim, mahkeme başkanı dedi ki ‘E bize uygulayacak bir şey bırakmadınız.’ Dedim zaten uygulamayın diye bunu söylüyorum. Bunları Anayasa Mahkemesi’ne taşıyın, tartıştırın. İleride bunlar çok lazım olacak. Umarım bu süreçlerden ders çıkartmışlardır.

“15 TEMMUZ SONRASI KİMSE BAŞVURMADI”

Biz 15 Temmuz gecesi ne olup bittiğini öğrendik, gece yarısı 12.30’ta sosyal medyadan bir açıklama yaptık. “Biz her zaman darbeye karşıyız. Sivil seçilmiş hükümetin yanındayız” diye. 16 Temmuz sabahı ben buradaydım, derneği açtım. Çağrı yaptık, “İnsan Hakları Derneği Genel Merkezi ve şubeleri açıktır, ihlale maruz kalanlar lütfen derneğimize başvursun” dedik. Sonradan kendi raporlarımızı yayınladık zaten. 2 Ağustos günü Başbakan Yardımcısı Numan Kurtulmuş’la görüştük, insan hakları örgütleri olarak. Dedik ki çok ciddi anlamda işkence ve kötü muamele duyumu alıyoruz. Bire bir başvuru yok, bir iki tane var. O da şu avukat bunu demiş, filanca avukat şunu demiş şeklinde, doğrudan başvuru yok çağrımıza rağmen. Kurtulmuş’a dedik TRT’de ve Anadolu Ajansı’nda yayınlanan görüntüler başvuruyu gerektiriyor, açık işkence yapılmış insanlara, yapmayın dedik. Fethullah Gülen cemaatine yönelik öğüt davalarına giren avukatlara defalarca haber gönderdik, istiyorlarsa bilgilerimizi paylaşalım, terörle mücadele kanunu nedir, karşınıza çıktığında nasıl savunma yapacaksınız, hangi konularda anayasaya aykırılık iddiasında bulunacaksınız. Bu haberleri bile gönderdik fakat maalesef bu konuda tehdit alan avukat meslektaşımız bile gelip başvurmadı.

“BU SÜREÇ MUHAFAZAKÂR CAMİA İLE SOL CAMİAYI, KÜRT CAMİASINI YAKINLAŞTIRACAK”

İnsanlar sadece dini inançları nedeniyle mağdur edildi. KHK’larla 135 bin insan ihraç edildi. Özellikle KESK ve KESK’e bağlı sendikalar mücadele yürüttüler. Diğer emekçiler platformlar kurdular, biz dernek olarak bu platformlara sahip çıktık. Uluslararası alanda da görüşlerimizi, raporlarımızı ve eleştirilerimizi hep sunduk. Ben inanıyorum ki bu süreç muhafazakâr camia ile sol camiayı, Kürt camiasını yakınlaştıracaktır. İnsan haklarının savunmasının ve korunmasının ne kadar değerli olduğunu çok acı olarak öğretici bir süreç olmuştur diye düşünüyorum. Birçok şey telafi edilebilir. Telafi edilemeyen tek şey intihar eden insanlardır. Bu sürecin yüküne dayanamayıp yaşamını yitiren, kalpten, farklı hastalıklardan insanlardır.

“DEVLET İÇİNDEKİ KAVGALAR BİTMEZ, HAK ARAMAKTAN VAZGEÇMEMELİ”

Hak arama süreci çok önemlidir, lütfen herkes hakkını arasın. İleride şu olur bu olur demesin. Hakkınızı ne kadar çok ararsanız en çok kendini öyle güvencede hissedersiniz. Eğer hakkınızı aramazsanız kimse size bir güvence vermez. Çünkü bu devlette kavga bitmez. Bu devlet demokratikleşinceye kadar bu kavgalar bitmez. Kürt sorunu çözülünceye kadar kavgalar bitmez. Devlet içindeki ekipler kavgası her zaman olur. Devlet içindeki yapılar dağıtılmadığı, tasfiye edilmediği sürece, gerçek anlamda tarafsız ve bağımsız bir yargı mekanizması kurulmadığı sürece ve vatandaşın düşman görülmeyip vatandaş olarak görüldüğü bir ülke kuruluncaya kadar bu kavgalara bitmez. İleride şu olur bu olur demeden, herkes hakkını meşru vasıtalarla arayacak. Gerek yasal yollarla arayacak, gerek demokratik hakkını kullanarak arayacak.

“MUHAFAZAKÂR CAMİANIN ANNELERDEN ÖĞRENECEĞİ ÇOK ŞEY VAR”

Özellikle kadınlarını hakkını teslim etmek istiyorum. Çocukları harp okulu davalarında haksız yere cezalandırılan annelerin gerçekten demokratik duruşu çok kıymetli. Muhafazakâr camianın annelerden öğreneceği çok şey var. Eşleri, çocukları kaçırılanların aileleri bize geldiler, Meclis’e gittiler, Galatasaray Meydanı’nda Cumartesi Anneleri’yle buluştular. Şunu gördük: Kadınlar gerçekten öncü rollerini oynuyorlar. Çünkü kadınlarda vicdan var. Kadın olmanın duyarlılığı hassasiyeti var. erkeklerin bu konuda kadınlardan öğreneceği çok şey var. O vicdan çok kıymetli. Vicdan cesaretlendirir. Vicdanlı bir insansanız cesareti bulursunuz zaten. ‘Yarın ne olacak’ diye düşündüğünüz anda o cesareti kaybedersiniz. İnsan hakları mücadelesi de böyledir. ‘Biz yarın ne olacağız’ diye düşündüğümüz anda artık yapamayız, orda biter. O yarının işi, bugüne bakalım.

“BAŞÖRTÜLÜ KADINLARA SOKAĞA ÇIKSA, BİR ANDA ON BİNLERİ MİLYONLARI BULSA…”

Melek anne gibi annelerin eylemlerinin duyulmaması için de ellerinden geleni yaptılar, yaparlar. Medyanın yüzde 90’ını ellerinde bulunduruyorlar, Melek anne gibi insanların eylemlerinin duyulmaması için onu sonuna kadar kullanırlar. Çünkü muhafazakâr ailelerin de ona destek vermesini, görünür olmasını istemezler. Muhafazakâr anneler de tıpkı Cumartesi Anneleri gibi, tıpkı Barış Anneleri gibi, Kürt kadınları gibi, sosyalist kadınlar gibi sokağa çıktığında, hani başörtülü kadınlar sokağa çıkıyor çocukları için eşleri için hak arıyor ve bu sayı bir anda on binleri, milyonları bulabilir. İktidarlar her zaman kitlelerden korkarlar. Çünkü iktidarın kontrolündeki medyanın yalan söylediği, tamamen maniple ettiği ortaya çıkacak.

Exit mobile version