Yunanistan’ın Midilli Adası’nda 13 bin mültecinin insanlık dışı koşullarda kapatıldığı Moria Mülteci Kampı yandı. Yaşananlar, çoktan beklenmekteydi. Ancak Avrupa sınırlarını kapattığı gibi gözlerini de mültecilere kapattı. Deutsce Welle’den çevirdiğimiz makalede, Nobel Barış Ödülü sahibi Avrupa Birliği’nin (AB) düştüğü durum gözler önüne seriliyor ve “En büyük mülteci kampı, tıpkı Avrupa ideali gibi yandı.” deniyor.
Birleşik Krallık’ta beklendiği gibi Kovid-19 vakaları tekrar artışa geçti. Boris Johnson hükümeti gündemi değiştirip son dönemlerde yoğunlaşan eleştirileri sınırlamak pahasına ve uluslararası alanda itibarını hiçe sayarak AB ile yaptığı Brexit anlaşmasında tek yanlı değişikliğe karar verdi. Birçoklarının ileride Brexit konusunda verilecek tavizleri başarı gibi göstermek için bir adım olarak gördüğü yasa tasarıları ulusal ve uluslararası çevrelerde Johnson hükümetinin zaten pek yüksek olmayan güvenilirliğini daha da azalttı.
Fransa’da Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron ve hükümeti, son haftalarda toplumun “vahşileşmesine” ve “bölücülüğe” karşı bir mücadele başlattığını söylüyor. Kovid-19 salgınının hızla arttığı ve işten atmaların hızlandığı koşullarda, toplumun bir kesimini kriminalize ederek emekçilerin dikkatini başka yöne çekmeye çalışan ve bir ulusal birlik sağlamayı amaçlayan bu girişim aslında Macron ve ekibinin salgından önce planladığı fakat hayata geçiremediği bir taktik. Hükümet birkaç ay içinde Meclis gündemine bir yasa tasarısı getireceğini ilan etti.
MORIA, YERYÜZÜNDEKİ CEHENNEM
Jannis PAPADIMITRIOU
Deutsche Welle
Organize bir kundaklama, ihmal veya belki de sadece acımasız bir kaza? Henüz bilmiyoruz. Ancak bariz olanı anlamak için özel bir zeka gerekmiyor: Eğer en fazla 2 bin 500 kişi için tasarlanmış bir yerde tehlikeli koşullar altında 13 binden fazla insan bir araya gelirse yanar; bazen şimdi olduğu gibi kelimenin tam anlamıyla.
Moria Kampı 2016 ve 2019’da zaten yanıyordu. Bu çarşamba daha da kötüleşti: Saatte 70 kilometreye varan rüzgarla körüklenen yangın saatlerce kasıp kavurdu ve kampın çoğunu tahrip etti. İtfaiyecilerin dikkati başka bir orman yangını nedeniyle dağınıktı zaten.
Midilli Adası’ndaki Moria’daki aşırı kalabalık mülteci kampı yıllardır “Avrupa’nın utancı” olarak algılanıyor. Ama Yunanistan için de bir zafer değil. Tam tersi: Atina’daki her kesimden politikacı defalarca bu lekeyle savaşıp Moria’yı kapatma sözü verdi. Ama o zaman mültecileri ve göçmenleri ülkede başka bir yere tıkmak zorunda kalacaklardı ki, görünüşe göre bunu kimse istemiyordu. Yunanistan, yeni gelenlere barınma ve yiyecek sağlamak için son yıllarda AB’den milyarlarca yardım aldı. Atina’daki yöneticiler bu parayla çok az şey yaptı. Ve iltica prosedürünün sık sık duyurulan düzene sokulması için hâlâ bekleniyor. Şu anda, yeni gelen bir kişi iltica dairesindeki ilk randevusu için genellikle bir yıldan fazla beklemek zorunda.
AVRUPA KAYITSIZCA İZLEDİ
Yunanistan’daki kötü durum böyle. Maalesef, Avrupa’nın geri kalanı bu durum bariz olmasına rağmen çok uzun süre kayıtsızca baktı. Şu soruyu yöneltebiliriz: Burada aslında “Avrupa” denince ne anlaşılması gerekir? Başarının her zaman birçok babası vardır ve başarısız olduğunda kimse asla sorumluluk almaz. Yine de, AB Komisyonu önerileri her zaman resmi olarak yapsa da, Brüksel’deki tavrı belirleyen büyük üye devletlerdir. Bu devletler aldıkları kararlara da uymazlar aslında…
Bu uygulamanın hoş bir yan etkisi var: Devletler başarılı işlerde sorumluluk almaktan mutlular, ancak diğer her şeyi Brüksel’in üstüne atıyorlar. Mülteci politikası bunun en iyi örneği. Tüm üye devletler, ortak bir çizgiyi takip etmeyi şiddetle reddediyor ve sadece en üst düzeydeki AB kararlarını değil, aynı zamanda Avrupa Adalet Divanının kararlarını da görmezden geliyor. Bu, Avrupa fikrine ciddi zarar veriyor. Ancak Moria’dan gelen korkunç görüntüler dünyaya yayıldığında bükülmüş dudaklarıyla üzüntülerini belirtiyorlar.
Aslına bakarsanız en büyük mülteci kampı tıpkı Avrupa ideali gibi yandı…
Kampa gelmiş olan herkes bilir: Televizyonlarda gördüğümüz fotoğraflar dünya cehennemindeki en kötü durum değil. Hayır, en kötüsü koku: Çürüyen çöp, duman, ter ve insan dışkısının sizi hemen yakalayan ve bırakmayan bir karışımı. Avrupa’nın ortasında binlerce insanın katlanmak zorunda olduğu ve bazen artık dayanamayacağı bir ölüm kokusu. Ama belki de AB’de bazılarının tam olarak istediği de bu. Belki de Avrupa’daki bazıları en azından zımnen Moria cehennemini göçü durdurmak için bir caydırıcı olarak bizzat uygulamaya sokuyor: Bize geldiğinizde sizi neyin beklediğini görün!
Ancak bunun gerçekten caydırıcı bir etkisi olacağı beklenmemeli. Çünkü Suriye veya Afganistan’da devam eden çatışmalar göz önüne alındığında, Midilli Adası’ndaki dünya cehenneminde bitmek bilmeyen bekleyiş hâlâ göreli iyi bir seçenek.
(Çeviren: Semra Çelik)
MACRON’UN BÖLÜCÜLÜĞE KARŞI MÜCADELE
SÖYLEMİNİN ARKASINDA NE VAR?
La Forge
“Çoğu zaman tanrı adına bir grubun yasasını herkese dayatma niyetinde olanların Fransa’da hiçbir zaman yeri olmayacaktır. Cumhuriyet, bölünmez olduğundan dolayı, hiçbir bölücü macerayı kabul etmez”.
İşte bu sözlerle Macron, cumhuriyetin 150. yılı vesilesiyle Pantheon’da yaptığı konuşmasında, bölücülüğe karşı mücadele edeceğini belirtti ve sonbaharda buna karşı bir yasa tasarısı sunacağını duyurdu. Şubat 2020’de, Mulhouse şehrinde bir emekçi mahallesinde gerçekleştirdiği bir gezi vesilesiyle, Macron “İslamcı bölücülüğe” karşı kampanya başlatmıştı. Ancak koronavirüs pandemisiyle karantina sürecinin kendisini dayatması, bu kampanyayı durdurarak bir kenara bıraktırmıştı, zira başka şeyler daha acil duruma gelmişti. 2015 yılında gerçekleşen terör saldırısının suç ortaklarının yargılandığı davanın başladığı şu günlerde, belirtilen “Tanrı adına” yapılan söz konusu bölücülük söylemi açıkça İslam’ı hedeflemektedir.
Son aylarda ülkenizde ne yaşandı ki bölücülüğe karşı mücadele ön plana geldi ve üstelik Cumhurbaşkanı Panteon’da, buna karşı resmi bir konuşma yaptı?
Son birkaç ay içerisinde yaşadıklarımız ve yaşayacaklarımız bizi yönetenlerin gözlerinden bile kaçması mümkün olmayan gerçekliklere ışık tuttu. Devam eden sağlık krizi ve Kovid-19 salgını sosyal eşitsizliklere ışık tuttuğu kadar bunları daha da derinleştirdi, fakat aynı zamanda halk ve genç kitlelerimiz içinde aktif bir dayanışmanın yaşandığını da gösterdi ve binlerce defa ifade edildiği gibi “Anormalliğe dönmeme” arzusunun ifadesini pekiştirdi.
Evden çıkma yasağı öncesinde zaten kendisini hissettiren ekonomik krizi, salgın daha da derinleştirdi ve tüm sonuçları daha hâlâ tamamen ortaya çıkmamış sosyal tahribatlara neden oldu. Bu koşullarda, bölücülüğe karşı mücadele, ulusal birlik için çağrı ne anlama gelmektedir?
Bu, bizden günah keçileri seçip, başka bir yöne bakmamız istendiği anlamına gelmiyor mu? Ve elbette her zamankinden daha fazla birlik olmamızı gerektiren bir dönemde, halk arasında bölünmeler yaratılmaya çalışmıyor mu? Sert saldırı aynı zamanda ülke ekonomisinin yeniden canlandırılması çabalarına katılmayı reddedenlere de hitap etmiyor mu? 17 Eylül’de greve çağrı yapma cüretinde bulunan Demiryolu İşçileri Federasyonuna karşı “Hükümetin demir yollarını tekrar canlandırmak için elinden gelen her şeyi yaptığını” belirterek sinirlerini kontrol edemeyen (Ekonomi Bakanı) Bruno Le Maire, aslında gösterdiği tepkiyle demir yolu işçilerinden de öte tüm işten atmalara karşı mücadele edenlere göz dağı vermek istemiyor mu? Pantheon’daki konuşma sınıf çelişkilerinin keskinleşeceği bir ortamda ulusal birliğin sağlanmasına yönelik bir çağrıdır.
(Macron’un yaptığı) Bu konuşmada şiddet de mahkum ediliyor ve şiddete baş vuranlara karşı tehditler gizlenmiyor. Haziran ayında polis şiddetine karşı on binlerce insan yürüyüşlere katılmasına rağmen, Macron saldırıyor: “(…) Cumhuriyette polis, jandarma, yargıç ve belediye başkanları olmak üzere ırkçılığa ve antisemitizme karşı mücadele eden herkes belirleyici bir rol oynuyor ve simetrik olarak onlara saldıran herkes ağır bir şekilde cezalandırılmalıdır. Güç yasadadır. Asla keyfi davranışlarda değildir. Güvenlik güçlerine ve seçilmişlere karşı saldıranlara geçit verilmeyecektir.”
Oysa ki, Macron’un teşhir ettiği toplum içinde artan bu şiddet, her şeyden önce işçilerin ve emekçi halkın direnişine karşı devlet baskı aygıtını güçlendiren bir sömürü ve baskı sisteminin şiddeti değil midir?
Polis şiddetinden ölen ve yaralananlar, polis içinde kangrenleşen ırkçılık ve ayrımcılık (Paris’in 19. bölgesindeki karakola sızan bir gazetecinin son çıkardığı kitap da bunları kanıtlıyor) birçok hayatı parçaladığı gibi hayali değildir.
Elbette ki Macron’un konuşmasının, bir sonraki cumhurbaşkanlığı seçimlerine hazırlığın ve sağ seçmeni kazanma stratejisinin bir parçası olduğu kimsenin dikkatinden kaçmadı. (İçişleri Bakanı Darmanin’in öne sürdüğü) “vahşileşmiş” bir gençliğin şiddetine karşı mücadele ve güvenlikçi politika konuları aşırı sağın alanıdır ve Macron ile (aşırı sağcı Le Pen’in partisi) RN’nin cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ikinci turunda “karşı karşıya” gelme senaryosunun bir parçası olduğu göze batıyor.
(Çeviren: Kıvanç Demir)
İÇ PAZAR YASASI: YASAL BİR YIKIM GÜLLESİ
The Guardian
Başyazı
Hükümet, ulusal bağımsızlığımızı geri almak için geçen sene AB ile imzaladığı anlaşmaya aykırı bir yasayı, yine ulusal bağımsızlığımızı korumak adına yürürlüğe sokuyor. Bu adımın arkasındaki mantığı anlamak çok güç. Muhafazakar Partiyi tam olarak memnun edemeyecek olan bir Brexit projesi çerçevesi ona bir miktar anlam kazandırıyor.
Çarşamba günü açıklanan İç Pazar Yasası AB’den mükemmel ayrılım çabasında son adım oldu. Büyük Britanya üzerinde AB’nin tüm etkisi kökten kazınmalı. Bu amaca ulaşmak adına tüm kaide ya da anayasal prensiplerden -ki buna uluslararası anlaşmalara uymak da dahil- vazgeçilebilir.
En tartışılan hedef olarak alınan maddelerin başında Kuzey İrlanda’nın Brexit sonrası bazı AB standartlarını uygulaması koşulu oldu. Britanya AB ortak pazarından saptıkça İrlanda denizini aşan ürünler üzerine daha çok kontrol gerekecek ve Kuzey İrlanda’da iş yapan Birleşik Krallık şirketleri Brüksel’in kurallarına daha çok uymak zorunda kalacak. Kuzey İrlanda ve İrlanda Cumhuriyeti arasında bir kara sınırını engellemek amacıyla Boris Johnson, bu sigorta maddesinin altın imza atmıştı.
Johnson belki anlaşmayı anlamadı belki de uymaya hiç niyeti olmadı. Her halukarda, şimdi o zaman imzalamış olmayı hayal ettiği anlaşmanın bir fantezi versiyonunu yasalaştırmaya çalışıyor. Buna, bakanların ayrılma anlaşmasında verilen kararların tek yanlı feshi hakkını vermek de dahil. Bu amaçla verilen kararlar “Uluslararası ve ulusal yasalara uymaması ya da tezatlaşması durumunda yasa dışı görülemez”.
Dolayısıyla yasa önergesi, bu tür özel haklarını kullanan hükümetin yasal olarak sorumlu tutulamayacağını ön görüyor; bakanları yasanın üzerine koyan bir düzenleme. Milletvekilleri buna ortak olmamalı. Bu kötü niyetli bir anayasal mantıksızlık; Brexit anlaşmalarına yönelik temsil ettiği art niyet bir yana ülkenin güvenilir bir ticari ortak olarak saygınlığına büyük bir darbe teşkil ediyor. Birleşik Krallık’a demokratik bir ülke olarak otoriter rejimleri eleştirme hakkı tanıyan ahlaki üstünlüğü ortadan kaldırıyor. Johnson’un uluslararası yasaları ciddiye almadığı, değersiz gördüğü ve menfaatine uyduğunda ihlalleri haklı gördüğü mesajını veriyor. Britanya devlet yönetimindeki bu sapma sadece despotlar ve sahtekarı memnun ediyor. Yine aynı vurdumduymaz yaklaşıma devredilmiş haklara yaklaşım konusunda da rastlanıyor. Brexit, AB’nin yerine tüm Birleşik Krallık’a uygun bir yönetim çerçevesini gerekli kılıyor. Bu kayma hakların Brüksel’den Westminster’a aktarılması anlamına geliyor ve diğer parlamentolar Cardiff ve Edinburgh’a da yayılmasını istiyor. Johnson ise buna karşı. Hatta, yeni düzenleme Westminster’in otoritesini artırırken devredilmiş hakları çiğniyor ve yasal temellerini zorluyor. Ulusalcılar bunu bir güç kapma girişimi olarak görüyor. Holyrood Sewel Düzenlemesi’ni (Birleşik Krallık içerisinde parlamenter hakların devredildiği topraklara dair bir kararını uygulamadan önce İngiltere hükümetinin ülke parlamentolarının onaylayan bir yürürlük getirmesini beklemesi) kullanarak muvafakatten kaçınabilir; bu yasayı engellemez fakat şimdiden büyümüş olan bir anayasal yarayı daha da derinleştirir.
Johnson bu adımın yol açacağı büyük zararı ne görür ne de ilgilenirmiş gibi davranıyor. Pratik bir idari görevi bir yıkım güllesine çevirip çılgınca AB müzakerelerine, Birleşik Krallık’ın kendisine ve uluslararası itibarına savurmak anlamına geliyor. Tek bir yasa için büyük bir başarı, fakat ülkenin bununla gurur duyabilmesi söz konusu değil. Şimdiden verilen bir hasar var ve parlamento daha fazlasına engel olmalı.
(Çeviren: Haldun Sonkaynar)
Reklam